Doç. Dr. Hakan Koçak*, kölelik şartlarına isyan eden 3. Havalimanı işçilerinin mücadelelerini Evrensel’e değerlendirdi.
Köle değiliz isyanı ve düşündürdükleri
Doç. Dr. Hakan KOÇAK
24 havalimanı inşaat işçisi ve sendika aktivistinin tutuklanmasıyla birlikte “Köle değiliz” isyanının birinci perdesi kapanmış gibi görünüyor. Biz de birçok açıdan sembolik anlam içeren bu mesele hakkında, bazı erken değerlendirmelerimizi maddeler halinde paylaşmak, anımsatmalarda bulunmak istedik bu yazıda konu sıcakken.
■ Havalimanı işçilerinin yaşadığı sorunlar daha önce, bekleneceği üzere, ana akım medyanın gündeminde yer almamıştı ama muhalif yayınlarda, web sitelerinde işçiler durumun vahametini dile getiriyorlardı. Aynı zamanda bu isyan ilk de değildi. Daha önce de işçiler yürüyüş yaparak dertlerine çözüm aradılar (Konuyla ilgili haberlerin bir bölümü için bk. http://www.guvenlicalisma.org/arama “havalimanı” sözcüğüyle yapılacak tarama). Havalimanının, hele de krizin memleketi sardığı bu günlerde, rejimin başarısını simgeleyeceği için 29 Ekim’de açılması zorlaması muhtemelen şantiyedeki koşulları daha da katlanılmaz kıldı, son servis kazasında yaşanan yaralanmalar da bardağı taşırdı. Tutuklama kararında da görüldüğü üzere işçilerin “İç ve dış güçlerce kışkırtıldığına” dair hiçbir kanıt yok ortada. Üstelik unutulan bir şey var: Geçen yıl Çalışma Bakanlığı tarafından tüm ilgili tarafların imzalaması için oluşturulan bir metin tam da bu inşaatta ve görkemli bir törenle bakan, belediye başkanı, işveren örgütü temsilcileri, sendikacılarca imzalanmış ve iş güvenliği konusunda kamuoyuna ortak taahhütler deklare edilmişti (https://www.csgb.gov.tr/home/news/is-kazalarinda-hedefimiz-sifir/). Oysa olaylar boyunca orada imzası olanların hiçbirinden ses çıkmadı.
■ Eylemden yansıyan bütün görüntüler işçilerin artık yeter duygusuyla, çok da örgütlü olmadan harekete geçtiklerini gösteriyor. Elbette orada iğneyle kuyu kazan sendikaların katkısı vardır ama sonuçta onların kapasitesini aşan bir eylem olduğu da anlaşılıyor. Bakanlık açıklaması ile sayılarının 500 civarında olduğu anlaşılan taşeron firmalara dağılmış on binlerce işçinin mevcut mevzuat ve uygulama ile toplusözleşmeyi sağlayacak bir sendikal şemsiye altına alınması imkansız. Günümüz Türkiyesi’nde emekçilerin büyük bölümü için geçerli bir durum, hele inşaat gibi güvencesizliğin had safhada olduğu iş kolları için (İş kolunun durumuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. http://www.ttb.org.tr/msg/images//files/dergi/47/index.pdf).
Bu durumda olağan endüstri ilişkileri işleyişini aşan, literatürde wild-cat (vahşi kedi) adıyla anılan düzensiz grevlerin, eylemlerin gündeme gelmesi sürpriz olmamalı. “OHAL’le grevleri engelliyoruz” denildiğinde, AKP dönemi belli başlı tüm grevler ertelendiğinde (fiilen yasaklama) işçi sınıfının bu anayasal (m.54) ve ILO denetim organı kararlarıyla evrensel hakkı fiilen kullanması meşruluk kazanıyor. Özetle koşullarını düzeltmek için toplu eylem hareket etmenin fiili yolunu bulmak zorundalar; bu onların tercihi değil, bir dayatma.
■ Onur Bakır’ın Evrensel’de yayımlanan makalesinde tek tek anlattığı gibi (https://www.evrensel.net/haber/361518/devlet-3-havalimani-insaatina-ne-zaman-gider) işçilerin, artık tüm memleketin bildiği, taleplerinin hepsi yasaların uygulanmasına yönelik. Taleplerin insani ve haklı oluşu bir yana her biri ihbar niteliğinde. Orada talep olarak sıralananlar gerçekte işverenin yapmadıkları. İlgili çalışma mevzuatına göre zamanında ücret ödememek, işçi sağlığı önlemi almamak vb. idari cezalar gerektiren eylemler. Daha da ötesi 6331 sayılı Kanun’a göre (m.13) işçiler ciddi ve yakın tehlike halinde iş görmekten kaçınma hakkına da sahipler. Yine İş Kanunu’na göre de ücretleri belli süre ödenmediğinde bu hakka sahiptirler (m.34).
Öte yandan işçilerin eylemi Anayasa md.34 ve Avrupa Sosyal Şartı md. 6/4’e göre toplu eylem hakkının kullanımıdır. Bu konuda Yargıtay kararları da mevcuttur (http://www.calismatoplum.org/sayi43/gulmez.pdf).
■ Bu tür mega projelerde çok ağır koşullarda çalıştırılan büyük kalabalıkların yaşadıklarına yönelik ilgi ve tepkiler bize özgü değil. Örneğin 2012 Dünya Kupası için Katar’da dev spor tesislerinin inşaatında çalışan göçmen işçilerin durumu, yaşadıkları yoğun ölümlü iş kazaları vb. dünya medyasında haberlere konu olmuştu bk. https://www.theguardian.com/football/2017/sep/27/thousands-qatar-world-cup-workers-life-threatening-heat
■ Eyleme gösterilen tepkiler farklı siyasi kamplarda görünenlerin ilginç biçimde ortaklaşan sınıfsal yaklaşımlarını da gösterdi bize. Ulusalcı kanattan, özellikle sosyal medyada gözlenen, “oh olsun, vermeselerdi bu iktidara oy” tavrındaki elit, dışlayıcı ve toptancı tavırla en çirkin örneğini akit yazarının ifadesinde bulan “Bitlenmiş teröristleri kaşımak” yaklaşımı aslında birbirlerine hiç de uzak değiller. Geçmişte örneğin gecekondu yıkımlarında da mağdurlara yöneldiğini gördüğümüz bu tavır saldırganlaşan bir orta sınıf tavrı, faşizmin kitle desteğinde kritik bir unsur olarak değerlendirilmeli kanımızca. Elbet Saray merkezli ittifaka ulusalcı kesimlerin eklemlenme dinamiklerini de gösteren bir işaret olarak da belki.
■ Tüm bu olup bitenler boyunca hiç görünmeyenlere de dikkat çekilmeli tabloyu anlamak için. En başta Çalışma Bakanlığı tabii. Yeni adıyla Aile Çalışma Sosyal Hizmet Bakanlığının doğrudan ve öncelikli faaliyet alanına giren bu meselede hiç söz etmemesi de yeni rejimin çalışma ilişkileri düzenine dair ipuçları veriyor. Bu alan giderek İçişleri Bakanlığının konusu oluyor, olacak. İş teftişi, işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi, bu konudaki sayısız yasa ve yönetmeliğin uygulanması, işçi-işveren arasındaki uyuşmazlıkların çözümlenmesi gibi temel misyonlarına uzak bir bakanlık profili görüyoruz. Yeni bakan hanımefendinin konuya uzak seçilişi tesadüfi değil gibi.
■ Emek cephesi için dikkate değer bir başka suskunluk ise Türk-İş’inki. Memleketin en büyük konfederasyonu kağıt sorununda bile çözüm önerileri getirirken (bk.http://www.turkis.org.tr/default.asp) on binlerce işçinin yaşadıkları ve eylemleri hakkında konuşmamayı seçti. Türk-İş’e inşaat iş kolu sendikası Yol-İş’in suskunluğu ise daha da manidar ve iç acıtıcıydı. Bu yeni rejimin korporatisit sendikal düzeni hakkında çok şey söyleyen bir suskunluk kuşkusuz.
Hemen tümüyle amatör emekle, iğneyle kuyu kazarak burada örgütlenme mücadelesi veren sendikalar ise başarılı bir performans ortaya koydular. Kayayı delmek için sabırla işlemek gerektiğini gösterdiler. Toplusözleşme yetkileri olmasa bile fiilen oradaki emekçilerin temsilcisi olabileceklerini, taleplerini duyurabileceklerini gösterdiler. Yeni dönem emek mücadelesinin ihtiyaçlarına ilişkin bir perspektif sunmuş oldular. Tabii sahadaki bu nitelikte farklı sendikaların dağınıklıktan kurtulması, birleşmesi gibi kritik bir mesele de bir kez daha gündeme gelmiş oldu sanırız.
■ Geçmişte iş cinayetinde ölen Tuzla tersane işçileri de benzer eylemlerle gündeme gelmiş, sendika ve uzmanların katkılarıyla “Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu” kurulmuş, TBMM’de alt-komisyon oluşmuş ve komisyon önemli bir rapor yayımlamıştı (https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/tuzla_raporu.pdf). Benzer çabalar yine gündeme getirilmeli, Çalışma Bakanlığı üzerinde bu konuda basınç oluşturulmalı, şantiyeyle ilgili geçmiş denetimlerin sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması sağlanmalı, burayla ilgili ortak bir emek inisiyatifi oluşturulmalı diye düşünüyoruz.
* Barış bildirisini imzaladığı gerekçesiyle OHAL döneminden üniversiteden ve öğrencilerinden koparılan Doç. Dr. Hakan Koçak bir dönem DİSK Koordinatörlüğü görevinde bulundu. Hakan Koçak Sosyal Araştırmalar Vakfı üyesidir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.