Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Cumhuriyet’ten Hilal Köse‘nin sorularını cezaevinden yanıtladı:
Özgürlüğe kavuşmanız dileğiyle söze başlamak istiyorum. İki yılı içerde yoğun çalışarak, üreterek geçirdiniz. Şimdi nasılsınız? Yorgun musunuz? Eğer öyleyse sizi en çok ne yordu? Ya da ne mutlu etti? Neler hissediyorsunuz?
Teşekkür ediyorum, haksız yere cezaevlerinde tutulan herkesin özgürlüğüne kavuşmasını diliyorum. Benim sağlığım ve moralim iyidir, kendimize olabildiğince iyi bakmaya gayret ediyoruz. Burada iki yıldır yoğun bir tempoyla gayretlerimi sürdürüyorum. Ama kesinlikle kendimi yorgun ya da umutsuz hissettiğim tek bir saniyem bile olmadı. Dışarıdayken de çok yoğun bir çalışma tempom vardı zaten, bu yönüyle alışkın sayılırım. Daha çok da dışarıda yaşananları yakından takip etmeye çalışıyoruz. Doğrusu, bizi öyle fazla da mutlu edecek bir atmosfer yok dışarıda. Demokrasi, özgürlükler ve barış ortamı bu kadar tahrip edilmişken mutlu olacak şeyler bulmak kolay değil. Mutluluktan çok umut önemlidir benim için. Umudu her daim koruyarak ayakta kalabileceğimize inanıyorum. Hiçbir suç işlemeden cezaevinde kalıyor olmak insanı kahredecek gibi düşünülüyorsa yanlıştır, en azından suç işleyip cezaevine girmekten iyidir bizim durumumuz. Siyasi operasyonlar ve siyasi kararlarla buraya konulduk, burada da siyasi duruşumuzu, mücadelemizi sürdürmeye devam ediyoruz. Kendimizi asla çaresiz falan hissetmiyoruz. Aksine güçlü ve moralliyiz, çünkü haklıyız.
Cezaevi günleriniz nasıl geçiyor?
Günlük yaşama dair yemek, temizlik, avukat ve aile görüşleri dışındaki zamanımızın neredeyse tamamını okuyarak, yazarak geçiriyoruz. Günlük gazeteleri, haber bültenlerini takip ediyoruz ayrıca. Her anımızı verimli kılarak yaşamdan kopmamaya özen gösteriyoruz. Olabildiğince spor yaparak beden sağlığımızı da korumaya çalışıyoruz. Sonuçta yüksek güvenlikli bir cezaevinde küçük bir hücrede tutuluyoruz ve bu hücrenin, duvarların ruhumuzu karartarak teslim almasına asla izin vermiyoruz. Çok kolay olmuyor elbette ama bizim yaşamımız ne zaman kolay oldu ki?
FETÖ’nün darbe girişiminin ardından yargıdaki dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz? FETÖ yargılaması/yöntemleri tarihe karıştı denebilir mi?
Yargı hiçbir dönemde tarafsız ve bağımsız olmadı. Hiçbir dönemde hukukun üstünlüğü ve evrensel hukuk ilkeleri esas alınmadı. Yargı her zaman “devletçi, güvenlikçi” bir anlayışla hukuku yorumladı. Ancak son on yılda öncellikle Fethullahçı yapı, arkasından da AKP’nin bizzat kendisi yargıya yönelik açık ve ağır müdahalelerle kantarın topuzunu iyice kaçırdılar. Şu anda sağlıklı işleyen bir yargı düzenini bir yana bırakın, ortada bir yargı düzeni kalmadı. Hangi hakim “ben baskı altında değilim, kararlarımı korkmadan, çekinmeden verebiliyorum” diyorsa ya kendini kandırıyordur ya da AKP’ye angajedir zaten. Olağandışı siyasal dönemin olağandışı yargısı olarak ülkeye büyük ve kalıcı hasarlar verdiklerinin farkında bile değiller. Toplumda adalet duygusu bu kadar vahim düzeyde yara almışken hiçbir siyasal hareket sağlıklı, kalıcı, işleyen bir toplumsal düzen inşa edemez. Yargıçlar bu korku ve baskı atmosferine teslim olmamalılar, toplumun geleceğini karartan bu adaletsizliklerin parçası haline gelmekten kaçınmalı ve evrensel hukuku esas alan kararlara cesurca imza atmalılar. Hakim sorumluluğu, bunu gerektirir.
Avukatlar, hakimlerin tecrübesizliğinden, savunma makamının dışlanmasından, savunmaya yapılan müdahalelerden şikayet ediyorlar. Siz ya da avukatlarınız, duruşmalarda olması gerektiği gibi savunma yapabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Avukatlar da sanıklar da bu şikayetlerinde haklılar elbette. Son iki yılda en küçük bir yargı deneyimi olmayan binlerce hukuk mezununu, doğru dürüst staj bile yapmadan ağır ceza mahkemelerinde kürsüye oturturdular. Sadece tecrübe eksikliği de olsa amenna. Düşünün ki altı ay öncesine kadar AKP’nin il-ilçe yöneticisi olan bir avukat bugün ağır ceza hakimi sıfatıyla HDP’lileri veya diğer muhalif kimlikteki yurttaşları yargılıyor ve çok ağır cezalara çarpıtıyor. Burada gerçek anlamda bir mahkemeden söz edilebilir mi? Bunu yapanlar konjonktürel olarak güç devşirip yargı eliyle toplumu, muhalefeti sindirdiklerini düşünüyor olabilirler ama adalet inancına, adalet duygusuna verdikleri zararın yarattığı kalıcı tahribatın ve yozlaşmanın çok daha ağır olacağını hesaba katmıyorlar ne yazık ki. Avukatlar da, barolar da savunmanın her aşamasında engelleme, kısıtlama hatta saldırılarla, tutuklamayla karşı karşıyalar. Ben ve avukat arkadaşlarım da bazı mahkemelerde çok ağır savunma hakkı ihlalleriyle karşılaştık. Bazı hakimler beni ve avukatları dinlerken duruşma salonunda zaman kaybı yaşanıyor gibi davranıyorlar. “Bir an önce savunmanızı bitirin de zaten en başından beri verdiğimiz kararı açıklayalım” havasındalar. Tabii tüm bu durumlara rağmen hukukun ve yargıçlık mesleğinin onurunu korumaya çalışan çok sayıda yargıçla da karşılaştığımı belirtmek isterim.
ÇHD avukatlar davasında aynı heyet 24 saat içinde tahliye kararından döndü. Sonra da başka mahkemelere atandılar. Bu ortamda, hakimlerin siyasi davalarda özgürce tahliye kararı vermesi beklenebilir mi? Kendilerini baskı altında hisseden hakimlere bir hukukçu olarak mesajınız var mı? Siz hakim olsaydınız, stresle baş etme yöntemleriniz ne olurdu?
Az önce de belirtiğim gibi yargıçlar maalesef ki çok fazla siyasi baskı altında kalarak işlerini yapmaya çalışıyorlar. AKP’li olduğunu gizleme gereği duymayan yargıçları kastetmiyorum tabii ki. ÇHD’li avukatlar davası da bu yönlü baskıların, siyasi müdahalenin en açık ve çarpıcı örneğidir. O davaya yönelik ağır siyasi müdahale ve vahim hukuk ihlalleri aynı zamanda diğer hakimlere yönelik de bir mesajdır. Fakat bir insan hakimlik gibi onurlu ve zor bir mesleği tercih etmişse sonuçları ne olursa olsun adaletten, hukukun üstünlüğü ilkesinden taviz vermemelidir. Eğer bunu yapabilecek gücü ve pozisyonu yoksa da üstündeki baskıları açıklayıp teşhir ederek istifa etmelidir bence. Bunca masum insanın günahına girmek yerine buna alet olmamayı seçmek daha doğru tutum olur kanımca. Mesele stresle baş etmenin çok ötesinde bir onur, bir haysiyet meselesidir. Eğer baskı altında haksız, hukuksuz bir karara zorlanıyorsan ve bunun dışında bir seçeneğin yoksa ben hakim olsaydım bunu açıklar ve istifa ederdim.
Türkiye’de mahkemelerin Cumhurbaşkanı’nın talimatlarının dışında karar veremeyeceğini duruşmada da söylemiştiniz… Hal böyleyken, ne olacak bu yargının hali? Bir hukukçu olarak değerlendirir misiniz?
Hakim Savcılar Kurulu geçen yıl yayınladığı bir talimat ile mahkemelerin tahliye kararı vermeden önce HSK’den görüş almasını istedi. HSK Başkanvekili de böyle bir belgeyi doğruladı zaten. Oysa bu çok açık bir Anayasa ve yasa ihlalidir. HSK’nin böyle bir görevi de yetkisi de yoktur. Peki bu HSK’nin başkanı kimdir? Adalet Bakanı. Adalet Bakanı kimdir? Cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir kişidir. O halde mahkemeler tahliye kararlarını en azından teorik olarak Cumhurbaşkanına sormuş olmuyorlar mı? Kaldı ki benim davam dahil bir çok davaya dair, Cumhurbaşkanı açıkça yargıya baskı, talimat anlamına gelecek yorum ve açıklamalardan kaçınmıyor zaten. Örneğin benim için açıkça “teröristtir”, “yargı bunun hak ettiği cezayı hemen vermelidir” gibi cümleler kurabilmiştir ki, bu ortamda bu türden söylemleri baskı olarak kabul etmeyecek tek bir yargıç yoktur sanırım. Fakat bütün bu çığırından çıkma hali geçicidir, çok uzun sürdürülemez böylesi kaotik düzenler. Er geç akıl, vicdan, adalet galebe çalacaktır. İyi kötü, Türkiye demokrasi yürüyüşünü sürdürecektir. Hiçbirimizin bugün olanları normalleştirmemesi, kanıksamaması gerekir. Aynı zamanda kararlıca ve inatla, hukuk ve adalet mücadelesini de her koşulda sürdürmek, olmazsa olmazdır.
HDP’nin Türkiye partisi olma iddiasını güçlü şekilde ortaya koyduğu 7 Haziran’ı, öncesini ve sonraki günleri düşünürsek, keşke dediğiniz bir şeyler var mı?
Siyasette “keşkeler” her vakadan, bir süreçten ders çıkarıp ileriye bakabilmektir. Yoksa hayıflanma anlamında keşkenin siyasette bir karşılığı yoktur. 7 Haziran’da HDP neredeyse bugün halen orada durmaktadır. Ancak HDP’nin dışındaki koşullar, etkenler, faktörler 7 Haziran gibi değil. Değişim HDP’de değil, koşullardadır. Biz de değişen koşulları öngörebilen bir siyasi analizle birlikte yeni siyasal iletişim metotları, buna uygun dil ve söylem ile yeni politik mücadele taktiklerini daha yaratıcı ve başarılı bir tarzda geliştirebilmeliydik, geliştirebilmeliyiz. Kanımca “keşke” deminin değil “haydi” demenin zamanıdır. Yılgınlığa yer yok bizim dünyamızda. Ne yenildik ne tükendik ne de zayıfladık. Gücümüzün ve potansiyelimizin farkında olarak Türkiye’yi demokrasi ve barış rotasına sokacak etkili bir politik mücadele hattını hayata geçirme sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’nin giderek otoriterleşmesine karşı HDP ve diğer muhalefet partileri, yapmaları gereken her şeyi yaptı mı?
Muhalefetin bu süreçteki sorumluluğu belirleyicidir bence. Kendimi de dışında tutmadan açık yüreklilikle belirtmeliyim ki, muhalefetin vahim ve tarihsel hataları bugüne geliş yolunu önemli ölçüde açmıştır. Örneğin çözüm sürecine demokrasi güçleri yeterince sahip çıksaydı ve bizler şiddetten, silahtan, çatışmadan, savaştan arınmış bir siyasi atmosfere taşıyabilseydik Türkiye’yi, yeni anayasa, demokratikleşme, birlikte yaşam, kutuplaşmanın ortadan kaldırılması konularında hep beraber ciddi bir mesafe kat edebilirdik. Ama şimdi bakıyorum da AKP-CHP-MHP-İYİ Parti dahil bütün çevreler çözüm sürecinden bir felaketmiş gibi söz ediyor ki bu çok yanlış, yanılgılı ve vahim bir hatadır. Sorunları; kiminle yapılırsa yapılsın konuşarak, diyalog kurarak çözme yöntemi en doğru ve ahlaki olanıdır. İçerik, tarz, hedefler vs eleştirilebilir ama diyalog yöntemini ihanet olarak tanımlamak kendisine sosyal demokrat diyen bir muhalefete yakışmıyor. Yine, dokunulmazlıkların kaldırılması sürecindeki tavır, Yenikapı mitingine angaje olma, HDP ile yan yana durmaktan korkulması, barış ve çözüm projesi açıklamayarak içerde-dışarda savaş politikalarına destek sunulması, iki yıldır yasadışı bir şekilde içerde tutuluyor olmamıza rağmen böyle bir şey yokmuş gibi davranılması otoriterleşmeye açıkça zemin sunmuştur. Toplumsal muhalefeti güçlü bir demokratik halk muhalefetine dönüştürmek yerine grup toplantılarına sıkıştırmak da aynı derecede otoriterleşmeye, korku ikliminin kök salmasına uygun fırsatları altın tepside sunmuştur adeta. Bunlardan ders çıkarmak acil ve elzemdir.
Türkiye’de demokrasi ve barış adına hala umut var mı?
Umudu yitirmek için tek bir neden göremiyorum. Toplumun yarısından fazlası, itirazını seçim yoluyla zaten ortaya koyuyor. Diğer yarısı da yeni bir alternatif göremediği için, mecburiyetten iktidarın etrafında yani “güvenli” bölgede beklemeyi tercih ediyor. Yani toplumun ekseriyeti, güçlü bir değişim umudunun ışığını bile görse peşinden gitmeye hazırken ne diye umutsuz olalım ki? Baskıların ve adaletsizliklerin yarattığı tahribat yok mu, var elbette. Ama ağlayıp sızlamanın değil, yaralarımızı sararak demokrasi ve barış mücadelesini hızla büyütmenin arayışı içerisinde olma zamanıdır. Olabildiğince fazla kitlesel bir araya gelişlerle hem toplumun farklı kesimlerinin birbirleriyle temasını sağlamak hem de sürekli moral, umut ve cesaret sağlayacak motive edici işler yapmak gerekir. Faşizm, kendisinden korkulduğu müddetçe ayakta kalır. Ama bizim tek derdimiz faşizmi sonlandırmak değil aynı zamanda onun yerine güçlü bir demokrasi inşa etmek olmalıdır. Çünkü faşizmin sonu otomatik olarak demokrasiye çıkmıyor. Bu noktada demokratik muhalefetin her düzeyde açık, ilkeli, işbirliğine, ittifaka, mücadele ortaklığına açık olması çok önemlidir.
Şimdi dışarda olsaydınız ne yapardınız?
Dışarıda olsaydım daha etkili bir mücadele yürütebileceğimi her fırsatta söylüyorum. Zaten bu sebeple burada tutulmuyor muyum? Yine benim dışımda, Sayın Figen Yüksekdağ başta olmak üzere HDP’nin bütün etkili sözcü ve kadroları bu nedenle içeri atılmadı mı? Fakat dışarıdaki arkadaşlarımız da ağır baskılara rağmen ellerinden geleni yaptılar. Bu nedenledir ki HDP’yi dağıtmayı, eritmeyi, zayıflatmayı başaramadılar. Asla da başaramayacaklar. Dışarıda da olsam içeride de olsam ben, halklarımız arasındaki barış, eşitlik ve adalet köprüleri için çalışmaya devam ediyorum. Elimden gelen katkıyı sunmaya çalışıyorum. Demokrasi, özgürlükler, insan hakları, eşitlik gibi değerlerin kurumsal ve kalıcı olduğu ortama barış denir zaten. Bunların gelişmesi için çalışmak barışa hizmet etmektir. Sırf seçim gibi konjonktürel gündemlere takılmadan, ilkeli bir barış mücadelesi sürdürmek gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum. Sorunlarımızı çatışmanın dili ve yöntemi dışında çözebilme becerisini göstermek zorundayız.
Yol haritanızı paylaşır mısınız bizimle?
Siyaset, sırf partiler aracılığıyla yürütülen bir faaliyet değildir. HDP elbette ki önemli bir siyasi aktör olarak yürüyüşüne güçlenerek devam edecektir. Ben de bir HDP’li olarak, demokrasi ve barış için partimin yanında, partimle birlikte olmaya devam edeceğim. Ama ne yakın ne de ileri bir zamanda HDP’de eşbaşkanlık dahil “seçilmişlik” pozisyonu gibi bir düşüncem yok. Zaten bu saatten sonra, yasal olarak da bunu imkansız kılmak için alelacele ağır cezalarla hem beni içeride tutmaya hem de siyasi yasaklı hale getirmeye çalışıyorlar. Fakat benim siyasetteki karşılığım, hiçbir zaman oturduğum koltuklardan kaynaklı değildi. Halkla aramızdaki sıcak, hakiki, doğrudan yoldaşlık ilişkisiydi. Bunu hiçbir ağır ceza, hiçbir cezaeevi duvarı, hiçbir siyasi yasak engelleyemez. Halkla aramızdaki bu çok güçlü bağ olduğu müddetçe, ben siyaseten rolümü içtenlikle yerine getirmeye devam edeceğim. Bundan tek muradım güçlü bir demokrasiye ve onurlu bir barışa hizmet edebilmektir.
Siz de HDP yönetimi de aranızda bir sorun olmadığını söylüyorsunuz. Yine de bu yöndeki yorumların ardı arkası kesilmiyor. Bu algının nedeni nedir?
Ben açık fikirli olmaya, eleştiri ve önerilerimi en doğru yol ve yöntemlerle ve sonuç almaya odaklı olarak düşüncelerimi ortaya koymaya hep önem verdim. İki yıllık cezaevi sürecimde de böyle davranmaya özen gösterdim. Partimiz HDP’de bu yöntem, ilkesel bir tutumdur aynı zamanda. Benim her arkadaşım HDP’de kendini en özgür şekilde, en katılımcı ve yapıcı şekilde ifade edebilsin diye biz HDP’yiz. Bizi farklı kılan ve lider, kişi, otorite partisi olmaktan ayıran da bu özelliğimizdir. Dolayısıyla kendi kendimizi ifade etme eylemlerimizden yola çıkarak bunu ayrılık, bölünme, kriz gibi tanımlamak bize çok yabancı kavramlardır. Ben de, HDP’deki her yoldaşım da kıyasıya tartışır, gerekirse “kavga” eder, sonra da ortak kararlaşmayla, birlikte, omuz omuza, coşkuyla yürümeye devam ederiz. Sorunuzda sözünü ettiğiniz algının nedeni, bizi klasik otoriter erkek egemen lider partileriyle kıyaslayarak değerlendiriyor olmaktır. Biz, Türkiye’nin özgürlükçü yegane partisiyiz ama bunu maalesef ki yine biz halka yeterince anlatamadık, göstermedik. Tabii ki iktidarın bize yönelik olumsuz algı ve linç kampanyalarının da bunda büyük etkisi var. Biz HDP olarak güzel bir siyasi partiyiz velhasıl.
Yerel seçimlere dair, HDP ve muhalefet nasıl bir kampanya yürütmeli
Muhalefet partileri ortak bir demokrasi programı etrafında ilkesel ve uzun vadeli mücadele birliği sağlayabilseler bunun yerel seçimlere yansıması çok ciddi oranda sonuç alıcı olur. İttifak, taktik gibi konularda benim bir şey demem doğru olmaz. Buna parti yönetimleri, halkın beklentileri doğrultusunda karar verecektir. Benim gönlümden geçen açık, şeffaf ve ilkeli bir birlikteliktir. Türkiye’nin bütün ezilenleri asgari bir demokrasi programı etrafında buluşursa sadece yerel seçim değil, önümüzdeki yüzyıl bile kurtarılmış olur. Partisel çıkarlar yerine ezilen sınıf, kimlik, cinsiyet çıkarları öncellenip cesur siyasi hamlelerle tabular yıkılır ve bütün demokrasi güçleri ortak adaylar etrafında (en azından bazı illerde) yan yana gelebilirse Türkiye’nin önü açılır, ülke nefes alır. Ama güçlü, cesur, kararlı siyasi liderlik gerektiren bir öncülükle olur ancak. Kampanya da bu motivasyonla tam bir şenlik, coşku ve heyecan atmosferine dönüşecektir.
Seçim gündeminden bıkanlara, geleceğe dair umutsuzluğa kapılanlara ne söylemek istersiniz?
Bu karanlık tablonun iç açıcı olmadığının farkındayım. Seçim ve siyasi parti curcunalarından bazen gına geldiğini de biliyorum. Size ne diyebilirim ki? “Gelsenize, cezaevi çok güzel” demek isterdim ama kıyamam size. Ketıl olayına girmediğim için link atamıyorum ama Yılmaz Güney’in Cannes’da ödül alırken yaptığı konuşmayı son ses dinleyin bir daha. Üstüne bir de, Kenan Evren’in cenaze törenindeki yalnızlığını izleyin. Mutlaka fırsat yaratıp Mamak, Ulucanlar, Diyarbakır, Metris c.evlerinin önünden geçin. Bir zamanlar orada yaşanan zulmü hatırlayın, zulme karşı direnişleri yad edin. Deniz’in, Mazlum’un, Mahir’in, İbo’nun ve nicelerinin mezarını ziyaret edin. Kır çiçekleri bırakın ve deyin ki “haramilerin saltanatını yıkacağız, bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi, bekle bizi İstanbul.” Demem o ki, etrafınıza bir bakın, umut o kadar çok ve her yerde ki. Hayalini kurmak size kalmış artık.
Son olarak, iki yıldır tutuklusunuz. Kırgın olduğunuz birileri var mı? Meclis’te mesai harcadığınız vekiller, HDP’li olsun olmasın, tahliyeniz için yeterince çaba gösterdi mi?
Bu tür soruları bir gün sağ salim buradan çıkarsam tekrar sorun lütfen, çünkü şu anda hatırlamıyorum, belki o zaman hatırlarım:)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.