thumb image

HAYIRlı Haberler

ASLI ODMAN: EMEĞİN YENİ KONTROL MEKANİZMALARI, ÇEVRE KATLİAMININ YENİ DÖNEMİNE DAİR DE BİR İŞARET FİŞEĞİDİR

El Yazmaları, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllüsü akademisyen Aslı Odman ile Covid-19 salgını sürecinde emek üzerindeki kontrol mekanizmalarını, yeni emek rejimini ve işçi sağlığını konuştu. El Yazmaları’da  iki bölüm olarak yayınlanan röportajın tamamını paylaşıyoruz.

Dardanel fabrikasında korona virüse yakalanan işçiler fabrikaya kapatıldı ve bu biçimde çalışmaya zorlandılar. Fabrikadan gelen açıklama ise bunun “işçilerin sağlığı için” olduğu yönünde idi. Dardanel’de yaşananlar, sonraki gelişmeler ve güncel durum üzerine sizin değerlendirmeleriniz nasıl olur?

Dardanel, Vestel ile beraber pandeminin derinleştirdiği kriz döneminin sermaye birikiminin dertlerine deva olarak kullanılmasının marka isimlerinden biri oldu. Tabii sistemi şaşaalı birikim üzerinden değil de yıkım ve enkazı üzerinden okuyanlar için tersinden bir marka. Bu yüzden de sanıyorum orada yaşananları hatırlamak önemli. Öncesinde ve sonrasında da bu tip işin mekânsal ve sosyal organizasyonun radikal olarak değiştiği ve buna hukuki kılıfların uydurulduğu adımlar atıldı. O yüzden tek başına, izole bir örnek olarak görmemek lazım. “Kapitalizmin mekânsal örgütlenmesi şu anda nasıl dönüşüyor? Süreklilikler ve yenilikler neler?” sorularını daha genel bir sorunun parçası olarak görmek lazım.

Bu tip “çalışma kampı” tipi işyeri mekânlarını sadece pandemi döneminde değil, zamana ve mekâna yayılmış olarak pek çok dönemde, sadece Türkiye’de de değil, dünyanın pek çok başka yerinde de görüyoruz. Zorunlu işçilerin, kürek mahkûmlarının, esirlerin kullanıldığı tersaneler, iplikhaneler,cumhuriyet döneminin çalıştırma kampı olarak işleyen açık hapishaneler, yetimhane ve ıslahhanelerden alınıp çalıştırılan çocukların çalıştırıldıkları işyerleri hep mutlak kapatılma mekânı olarak tasarlanmış modern işyerlerine örneklerdir. Pandemi döneminde de dünyadan Nijerya’da pirinç işlemefabrikasına üç ay boyunca kapatılan işçilerin, Suudi Arabistan’da hastalığı yayacakları korkusu ile gözaltı merkezlerinde toplanan çoğu Etiyopyalı göçmen işçilerin haberlerini okuduk. Yani esasında kapatılma ve iş ilişkisi ile pek çok farklı dönem ve yerde, kapitalizmin mekânsal örgütlenme tarzlarından biri olarak defalarca karşılaştık. Bunlar kapitalizm öncesine ait değillerdir. Kapitalizmin dönüştürüp, sermaye birikim süreci içerisinde araçsallaştırdığı emek – mekân örgütlenme şekilleridir. Kapitalizm derinleştikçe de otomatikman ortadan kalkmadıkları da aşikâr.

Ama Dardanel’de ilginç olan, kapalı çalışma sistemi ile ilgili bir kamu kurumunun, kurulunun kararı olması, bu kamu kurulunun yazılı kararının kanuna aykırı olması ve fabrika yönetiminin gelen eleştiriler karşısında topu bu karara atması. Kırka yakın işçinin Covid-19 testi pozitif çıktıktan sonra, Çanakkale Valiliği İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulu bir karar çıkarıyor. Çanakkale ölçeğinde epey belirleyici bir sermaye grubu olan Dardanel yönetimi de diyor ki, “Bu Kurul’un aldığı karara göre işçileri 14 gün süreyle fabrikada tutacağız” diyor. O esnada evlerinde doktor raporu ile ev izolasyonunda olanlar da çağrılıyor. Hatta izinde olanlar getiriliyorlar. Öğrenci yurtlarına yerleştiriliyorlar tüm işçileri. İşçilerin evlerine gitmelerine izin verilmiyor. Üretim için yurtlardan servislerle fabrikaya, mesaiden sonra da geri taşınıyorlar. Bir nevi akış halinde çalışma kampı yaratmış oluyorlar. Ne yapmıyorlar, ücretli izne çıkarmıyorlar. Ücretsiz izne bile çıkarmıyorlar. Büyük ihtimalle kişisel olarak senelik izin veya idari izin isteyen olsa, bu da fabrikadaki sosyal baskı nedeni ile örtük olarak işten çıkarma nedeni olarak kullanılacak, “sürüden ayrılanı kurt kapar” misali bir ibretlik cezalandırma olarak. Tecrit+izolasyon+üretime devam birleşimi ile üretimi düşürmüyorlar böylece. Benzer bir İl Hıfzıssıhha Kurulu kararını Limak İnşaat’ın Artvin Yusufeli HES inşaatı şantiyesinde de görüyoruz. 2000 işçinin çalıştığı şantiyede, yüze yakın vaka olduğunu, önce kurul kararı olmadan işçilerin fiilen 105 gün şantiyeye kapatıldıklarını, protestolarla şantiyenin açılıp, sonra kurul kararı ile işçilerin şantiyeyi terk etmelerinin yasaklandığını görüyoruz. İstifa eden gidiyor, yeni gelenler eskiden kalanlarla bulaş ortamında buluşuyorlar, bu arada çevre kırımı faili HES’in yapımı sürüyor.

Esasında burada bir kere burjuva hukukun tanımladığı, yaşama hakkından, seyahat özgürlüğüne, haftalık çalışma saatlerinin kısıtlanmasına kadar kişisel pek çok hak ve özgürlüğün kısıtlandığını görüyoruz. Bunun için bir kamu kurumunun kanuna aykırı bir kurul kararı aldığını ve bunun kullanıldığını görüyoruz. Seçmen kitlesi de belediye de ekseriyetle CHP’li bu arada. Ortada “2002’den bu yana AKP ile neoliberalizmin yerleşmesi” hikâyesi de yok. Demek ki bu siyasi partilerden bağımsız bir şey. Üstüne bir de bir halkla ilişkiler hamlesi yapıp, “TSE Covid-19 Güvenli Üretim Belgesi” alıp bunu duyurdu mu tamam! Bu denilenin tam tersinin uygulandığı, kamu kurumuyla hukuk dışına çıkıldığı fiili durum ile üretim sürüyor. İşçiler her zaman üretim sürecinde tükeniyordu, ama işsizlik ve borç sopası kullanılarak, pandemi şartlarında neredeyse kullan-at sistemi ile tüketiliyorlar.

Halk sağlığı ile ilgili en eski mevzuat içerisinde yer alan, bazı ufak değişikliklerle 90 yıldır yürürlükte olanUmumi Hıfzıssıhha Kanunu yani Genel/Kamu Sağlığını Koruma Kanunu, bu tip izolasyona dair kararların ancak buna uygun sıhhi karantina müesseselerinde yapılabileceğini söylüyor. İş yerinin kendisi, fabrika, ofis, atölye, üniversite, okul bu sıhhi müesseselerden sayılamaz tabi ki. Amaç toplumsal teması azaltmaktır ve kapitalist bir toplumda temasın en büyük, en sistematik nedeni ve mahalli de çalışma ve işyeridir. Ankara Tabip Odası Başkanı Ali Karakoç yakında yaptığı bir açıklamada,Ankara’da korona pozitif tanısı konmuş hastaların yüzde 60 ila70’inin fabrika ve işyerlerinde çalışanlar ve kamu personeli olduğunu belirtmiş, “Zorunlu olmayan mal ve hizmetlerin üretimi bir an önce durdurulmalıdır” demiş. Tabii ki halk sağlığı odaklı bu öneri, bu yaklaşım, tamamen “çarklar, sermaye birikimi, kar süreci durmasın” odaklı önceliğin önüne geçemiyor.

Gelelim, bir az önce değindiğim kapitalizmin mekânsal örgütlenmesi konusuna. Bu kriz dönemi belli ki buna dair yeniliklere ve kırılmalara gebe.

Kapitalizmin, zaman ve mekânının mekanik ve ilerlemeci analizlerinde, diyelim, -şaşmaz bir kesinlikle- tüm dünyaya yayılması beklenen iki tanımlayıcı unsur vardır. Der ki birincisi, başat emek rejimi köle emeği, serflik gibi zorunlu emekten “kapitalist iş akdi” ile ücretlendirilmiş emeğe geçişi tanımlar. İkincisi de kapitalizm nüfuz ettiği yerde işyeri mekânıyla konutun, hanenin ayrışmasını dayatır. Uşaklı kadın halı dokumacılarından biliriz. Daha önce tüccar sermayesinin sağladığı tezgâh ve ipliklerle evlerinde oturup parça başı halı dokurken, buharlı makineler gelecek halı fabrikaları işlerini ellerinden alacak, kadın evden çıkıp fabrika işçisi olacaktır. Ve ücretlendirilmiş, iş akdine dayalı, burjuva hukuku anlamında “özgür emeğe” dönüşecektir emeği. Bugün baktığımızda ne zorunlu çalışmanın, ne işçi simsarlığı ve köleciliğe benzer çalıştırmanın, ne de konutta/evde çalışmanın bitmemiş olduğunu görüyoruz. Esasında içinden geçtiğimiz süreç sadece geleceğe dair bize bir şey söylemiyor. Geçmişteki kapitalizme dair bu mekanik bakışlarında revize edilmesi gerektiğini gösteriyor.

Hiçbir zaman kapitalizm diğer tüm çalışma şekil ve mekânlarını ortadan kaldırıp, özgür / ücretli emek bazlı fabrika işçisi vücuda getirmedi. Diğer tüm çalışma tip ve mekânlarını bünyesine kattı: hapishaneler, evler, asker işçi, amele taburları, köle emeği, zorunlu emek, esir emeği, alıkoyarak çalıştırma, insan simsarlığı vs… Her zaman emek rejiminde hem siyasi hem de ekonomik zorun, zorlamanın değişik türleri vardı. Hukuka yedirilmiş, kodifiye edilmiş ya da formel hukuk dışında olduğu için (mesela zorla alıkoyma, pasaportuna el koyma gibi…) varlığını sürdürebilmiş olabilirler. Zaten tam da hukukun muğlâk bıraktığı alanların “serbest” piyasada güçlü olanların fiilen doldurmasından; mevcut güç ilişkileri yüzünden şekilsel/bürokratik kalıpların uygulanmasının imkânsızlığından beslenen bir kapitalizm var. Ama bir yandan da şekli eşitlik masalının pulları döküldükçe de, özellikle yeni sağ rejimler tarafından daha az anlatılır oldu. İşyeri ile konut hiç bir zaman birbirlerinin zıddı olmadılar. Fabrikada, çalışma hayatında zorlama, evde, tüketimde özgürlük gibi bir zıtlık ilişkisi de tarihin hiç bir döneminde bu pür ayrım içinde var olmadı.

“Şirketler ve kapitalizmin verimlilik, takip, denetim, standardize edilmiş beden/zihin kullanımı gibi yollarla mekânsal nüfuzunun daha da artıracağı bir döneme giriyoruz diye düşünüyorum. Tabi bütün bunlar bir de ekolojik sınırların eşiğinde salınırken gerçekleşiyor.”

Ama şunu görmek gerekir ki fabrika, tekil veya tüm çalışma formlarının ona doğru ilerlediği bir sonuç, bir mekânsal telos olmasa da, iş organizasyonun kurulduğu yer olarak kapitalizmin kutsal, dokunulmaz mekânı. Çok zor girilen, görünür kılınan, iş cinayeti, çevre suçu, kent suçu işlendiğinde ismi özenle saklanan, “dokunulmaz özel mülkiyet dâhilinde kalan” mekânlar buralar. Mesela İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak 2011’den beri aylık olarak derlediğimiz iş cinayeti raporlarında, iş cinayeti gerçekleşen işyerlerinin bağlı olduğu şirketlerin en fazla dörtte birinin ismine, bilgisine ulaşabiliyoruz yaptığımız basın taramalarında. Bunları tek tek her gün derleyen Meclis koordinatörü Murat Çakır, bu oranı kesinlikle artıramadığımızı ifade ediyor.

Balık su içinde yüzer suyu bilmez ya, kapitalin, sermayenin, şirketlerin müşahhas mekânı olan fabrikalar kapitalizmde balığın içinde yüzüp durduğu, solunum yaptığı su gibi görünmez kılınmıştır adeta. Dikkat ederseniz toplumsal muhalif analizlerin muhatabı da çoğunlukla devlettir, hatta parti, hatta partinin lideri, önder erkekleridir… Yapısal olarak suyun maddesi, yani sermayeye sıra çok sonra gelir.  Kapital, o kapitalin kendine has formu olan şirketlerin esamisi okunmaz pek. Hani kadın cinayeti failleri çoğunlukla gizlenir, mağdurun ismi, resmi öne çıkarılır, ama katil zanlısının, failin isminin sadece baş harfleri yazılır, fotoğrafı basılmaz. Burada da buna benziyor fail-isim ilişkisi.

Covid-19 pandemisi bizi düşünmeye sevk ediyor: Artık bu illa çitlerle çevrili, açıkça burası fabrikadır, burası bir organize sanayi bölgesidir, sanayi sitesidir, burada çalışma hayatı yaşanır, burası da konuttur, özel hayattır sınırları ile işlemiyor kentler. Var olan bir fabrika mekânı, zorunlu bir konut veya bütünsel yaşam alanı haline getirmekte veya özel hayatın mekânı olan hanelerde, evlerde çalışma artıyor.

İşte MÜSİAD’ın “izole üretim üssü” önerisine baktığınızda 19. yüzyılın şirket kasabaları (company-town) veya fabrika-şehirlerinin, tabi ki “kentlilik” unsuru yeniden tanımlanarak, geri geldiğini görüyoruz. 19. yüzyılda şirketler, ulaşım hatları, hammadde, kalifiye işgücü ve talebe yakınlık açısından lojistiğini uygun buldukları yerlerde kasabalar, şehirler kurdular. 21. yüzyılda şirketler aşırı şişmiş ve yayılmış metropollerin daha da yaşanamaz bir halde saçaklanmasına, şehir bölgelerinin oluşmasına yol açıyor. Özellikle Türkiye’de gözümüzün önünde gittikçe derinleşen eğilim bu, saçaklanma. Mesela “salgın sonrası üretim hamlesi için” diye pazarlanan bu üslerin ilkinin temelinin, büyük bir çevre kırımı ve organize şirket suçu mahalli olan Ergene/Tekirdağ’da salgından önce (TEKMÜSKOOP), yani Kasım 2019’da “milli üretim tesisi” adı altında atıldığını görüyoruz. Demek ki “milli üretim tesisi”, çalışma kampı veya işçi kışlası tipi izole bir üretim tesisi imiş. Esasında “Endüstri Bölgesi” adı altına bu tartışmalar uzun zamandır sürüyor. Ki serbest mıntıkalar, serbest üretim bölgeleri (SPZ, specialproductionzone) kapitalizm var oldukça, 16. yüzyıldan beri varolmuşlar, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki küreselleşme döneminde ve 1970’lerden sonraki dönemde ciddi bir atılım yaşamışlar.

Bugün Apple tüm ürünlerini Çin’de 400bin kişilik bir fabrika kentte, Shenzen’de Foxconn şirketine fason ürettiriyor. Çoğu tarım işçilerinin genç göçmen çocukları olan işçiler fabrikanın yatakhanelerinde yemek yiyorlar, maaşlarından kesilen kuponlarla fabrikanın marketlerinde alışveriş yapıyorlar. Ve Shenzen’deki bu Apple ile bu ilişkisi vesilesi ile devleşmiş Foxconn şirketi, seri işçi intiharları ile meşhur. Pek çok maden kenti de 19. yüzyılda üretim-tüketim-din-kültür-barınmanın tek bir şirket tarafından kontrol edildiği mutlak mekânsal kontrol üzerine kuruldu. Mesela Zonguldak bu dönemde sıfırdan yaratılmış bir şirket kasabası. Merle Travis’in bir maden işçisinin ağzından yazdığı “16 ton” şarkısında diyordu ya “Aziz Peter, ruhumu çağırma, gelemem, onu şirketin marketine borç bıraktım” diye…Ben bu şarkıyı, Ümit Kıvanç’ın aynı adlı belgeselinden öğrenmiştim. Bu şarkıda çalışma, üretme ile tüketmenin, çalışma ile yaşam alanının ayrışmadığı bir dünya ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr.

Bu “izole üretim” kurgusu, hayatın bütün aşamalarının sermaye birikim sürecinin parçası olarak “üretken” ve “tüketip/uyum sağlayarak” yaşanabileceği bir üretim alanı haline çevirerek, özel hayat-kamusal hayat, üreten emekçi ve tüketen vatandaş arasındaki bütün bu alanların sermaye birikiminin krizlerine çözüm olarak daha da muğlaklaştırılabileceğine işaret ediyor. Dardanel’de “fabrikaya kapama” vakası, bize pür işyeri mekânı ile pür konut mekânı olarak birbirinden ayrılan bir keskinliğin kural olmadığını ve her an hukuk-dışına da çıkarak muktedirlerin “olağanüstü, kuraldışı durumu” yeniden tanımlayarak yapıları değiştirebildiklerini gösteriyor. Şirketler ve kapitalizmin verimlilik, takip, denetim, standardize edilmiş beden/zihin kullanımı gibi yollarla mekânsal nüfuzunun daha da artıracağı bir döneme giriyoruz diye düşünüyorum. Tabi bütün bunlar bir de ekolojik sınırların eşiğinde salınırken gerçekleşiyor.

Özetle, süreci mekân üzerinden de düşünmeye davet ediyor pandemi. Sermaye birikimi süreci, sosyal ilişkiler içinde oluşan mekânları yeni ikilemler geriliminde tasnif ede ede “gelişti”. Sol literatür veya kapitalizmin halihazırdaki şekillerini, gidişatını analiz edenler daha çok sistemi zaman üzerinden, “nereye gidiyor, gelecekte ne olacak?” pistlerinden sorgulamaya aşina. “Şimdiki kapitalizmin kökeninde ne var, feodalizmden kapitalizme dönüşüm nasıl oldu, buradan sonrasında ‘tarihin yönü’ nereye akacak, sonrasında ne gelecek?” minvalindeki tartışmalar belirledi Türkiye’deki sol teorik tartışmaları. Bu tartışmalarda zaman, ilerlemeye, gelişmeye tekabül ediyor çoğu zaman. İlerledikçe arzulanana (sosyalizm?) daha çok yaklaştığımız, her neslin kendini “devrim” içinde konumlandırma arzusu ile de ilgili sanırım bu. Tabi ki çok daha karmaşık nedenleri var ama bu kafamı meşgul eden noktaya değinmeden de geçmek istemedim. Bunlar hep tarihin önde olduğu, coğrafyanın, mekânın analizlerde geride durduğunu gösteren şeyler. Hâlbuki dilimize bakarsak, kapitalizmin dönüşümlerini mekânsal izlerinden okumak, çok daha sağlıklı sonuçlar veriyor diye düşünüyorum. Zamanın nereye gittiği hattındaki sorgulamalara illa ki daha fazla iradîlik, idealizm, determinizm musallat oluyor.

Tabi buradaki söyleşi kapsamında bu konuya hakkıyla değinebilmek imkânsız, o yüzden akılda kalması için mekânın dildeki izlerinden gidelim isterseniz:  Mesela Türkçedeki “bekâr” kavramı aslında “bikâr”dan geliyor. Kârı, geliri olmayanın evlenemediğini Bekâr” kaldığını görüyoruz. “Yani bir yerde gelir getirici bir işte çalışmak, çoğu zaman erkek bireyin reisi olduğu hanesini kurmanın da ön şartı haline geliyor. Yani ev kurabilmek, konutu inşa edebilmek, aileyi kurabilmek, o ayrımda toplumsal rolüne erebilmek için ücretli emeğin sarf edilebileceği bir işyerine “kapılanma” (bakın burada da haneye dair bir metafor var!) mecbur olmuş. Bunun muadili, sevgili Emre Gürcan’ın yakın zamanda kaleme aldığı yazısından  tekrar hatırlayıp, güncellediğim, “spinsters” denilen “evde kalmış kadın”  kavramı.  Kapitalizm sürecinde, cinsiyetçiliği baki kalmak üzere anlam kayması yaşıyor. “Yün eğiren genç kız ve kadınlar” anlamına gelen bu kavram, konut ile işyerinin ayıran kapitalizm sürecinde “evlenme çağına gelmesine rağmen evde kalmış kadın” anlamına eviriliyor. Çünkü “çalışmak” evde durmanın meşru ve yeteri kadar gelir getirici nedeni olarak yeteri kadar güçlü değil artık. Eğiren, dokuyan, el çıkrıklı ev tezgâhları işleten kadınların işlerini buharlı makinelerle dolu fabrikalar almış.

“Covid-19 pandemisi, bize yeni emek rejiminin yeni çevre rejimiyle ve ekolojik sınırlarla beraber düşünülmesini dayatıyor. Bu ikisini beraber analiz edecek araçlardan büyük ölçüde mahrumuz esasında. Sadece politikada, sosyal hareketlerde, emek hareketlerinde, çevre hareketlerinde değil, bilimde de.”

Ezcümle, kapitalizmin zaman ve mekân tasniflerini laboratuarvâri tek seferde tanımlayıp, bunun içinde Covid-19 pandemisi nereye oturuyor diyemiyoruz. Pandemi ortamında sermayenin -tabii ki parçası olduğu bu ekolojik total krize değil- kendi birikim krizine çözüm bulmak için yatırım ve işyeri mekânını, bunun vesilesi ile emeği ve doğayı da yeniden örgütleyecek (mekânda kaydırma, sıkıştırma vs)  arayışları var. Ama bunu “bir tek” şekilde örgütlemeyecek. Yani ikiye bölerek, evde kalanlar dışarıda çalışanlar, beyaz yakalılar mavi yakalılar, güvencesizler/güvenli çalışanlar, formel/enformel sektör gibi ikilemlerle anlayabileceğimiz bir süreç değil bu.  Bu nasıl sınıf çelişkisini nasıl değiştiriyor, hangi sorunları arttırıyor-emek tarafından baktığımız zaman-, hangi yeni imkânları yaratıyor bunlara bakmamız gerekiyor. Ama bunu da işte çalışma kampının, savaş dönemlerinde veya kapitalizm öncesi kölecilik dönemlerde gördüğümüz çalışma formunun Dardanel’den de pandemiden de önce burada olduğunu unutmamamız gerekiyor. Buna yepyeni bir durummuş ya da olmaması gereken anlamında “olağandışı” bir şeymiş gibi yapmamalıyız.

Sermaye sınıfının birkaç ay önce açıkladığı ve hızla devreye sokmak istediği “kapalı devre çalışma” adı altındaki çalışma kampları, MESS-SAFE ve türevi işletmeler; Vestel’deki durum, marketlerde koronaya yakalandıktan sonra depoya saklanan işçiler, test sonuçları imha edilen fabrikalar… Tüm bunlar çerçevesinde, kurulmak istenen yeni emek rejimi üzerine siz neler söylersiniz? İşçi sınıfı üzerindeki baskılar nereye gidiyor?

Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi bu uygulamalara “ilk”, “görülmemiş” veya “yeni” demek doğru olmaz. Mesela Foxconn’un Çin, Shenzen’deki fabrika şehrinde birinci nesil proleterler, yani anne babaları köylü olan, kentlere yeni çekilen çocuklar var. Çin’in kapitalizmi kucaklaması ile 1990’dan sonra insanlık tarihinin en yoğun kırdan kente göçünü ve hızlı kentleşmesini yaşadığımıza dair analizler yapılıyor. Bu ilk nesil proleterler bile ne kadar “yeni” bir şey yaşıyorlar, bunu sorgulamak lazım. Burada verdiğiniz örnekler esasında, eski diyebileceğimiz bu ücretli emeğin terbiye edilmesi / emek rejimi formların, yeni ekolojik ve ekonomik kriz ortamında sermaye birikiminin sürekliliğinin ihtiyacına uyumlaştırılması diye düşünüyorum.  İşçilerin kapatılması, ücretli emeğin terbiyesi, ceberut fabrika rejimi aslında hiç de yeni bir şey değil. Otoriter veya faşist devlet rejimlerin kökenlerinde, işyeri mikrokozmosunda bunların nüvelerini veya daha doğrusu “usamesini” buluyoruz.

Pandemi döneminde şirketler ve devletler, emek rejiminde yapılacak inovasyonlar hakkında “uçlarda” denemeler yapıyorlar. Emeğin, doğanın üzerindeki kaynaklaştırma, verimlilikleştirme baskısı arttı diyebiliriz. Emeğin artan sömürüye, artan belirsizlik, işsizlik, mekânsal olarak parçalanmış üretim döneminde cevapları çok yeni olmasa da, çevrenin, doğanın tepkisi artık öngörülemez. Belki yeni olarak bundan bahsetmemiz gerekiyor. Sermaye birikiminin sınırında ekolojik yıkım var. Normalde grevin, boykotun, devrimin amaçladığı “üretimi yavaşlatmak ve durdurmayı”, bu ekolojikyıkımın sonucunda ortaya çıkan Covid-19 sağlamadı mı? İrade olarak emekçi sınıfların, spontane olarak insan türünün altta kalanlarının tepkisine dair yapılan her düşünce egzersizi, her analiz, her plan bu süreçte ekosistemin tepkisini hesaba katmadığı sürece çok eksik artık.

Sermaye birikim sürecinin, üretim araçları belli, toprak/doğa, emek, makineler. Canlı emeği, yani bütünsel olarak çalışan insanı alıyor, çalıştığı sürede ürettiğiyle bir kısmını, ölü emek, yani metalar ve yeni üretim araçları, makineler haline getiriyor. İkinci sürece kattığı, üretim aracı haline getirdiği ise, hammaddeye, enerjiye, kaynağa çevirdiği çevre, doğa, toprak, su, hava… Dünyada var olan maddelerin hammaddeye, madenlere, enerjiye dönüştürülmesi için pek çok kimyasal ve fiziksel süreçler mühendislik vesilesi ile geliştirilmiş. Bu aracılar, kompleks ara süreçler aklımızı karıştırsa da, sermaye birikim sürecinde emek ve doğayı ortaklaştıran kaynağa çevirme, bunu yapmak için de “canını/canlısını ölçme, biçme, tasnif etme, sayma, sonunda araç ve ölü hale getirme”dir. Keza Covid-19 da başımıza zembille, tanrıların bir gazabı olarak inmedi. Nasıl deprem değil binalar öldürüyorsa; Covid-19 değil sadece, Covid-19’a neden olan sistem öldürüyor. Çevrenin, yani emeğin olduğu kadar bu ekosistemin ve insan dışı türlerin de daha önce hiç olmadığı yoğunlukta, coğrafi genişlikte kaynaklaştırılması, kapitalizmin yaban hayata nüfuz etmesi ile bu hastalık ortaya çıktı. Kapitalizmin dolaşım damarlarıyla, turizm ile, yatırımların peşinde, uçaklar, kruvazeye gemiler, konteynır gemileri ile, otobanlardan, limanlardan… hızla dünyaya yayıldı.

Covid-19 pandemisi, bize yeni emek rejiminin yeni çevre rejimiyle ve ekolojik sınırlarla beraber düşünülmesini dayatıyor. Bu ikisini beraber analiz edecek araçlardan büyük ölçüde mahrumuz esasında. Sadece politikada, sosyal hareketlerde, emek hareketlerinde, çevre hareketlerinde değil, bilimde de.

Bakın işçi ve çevre konularını beraber düşünmenin bir paydası, sağlık. Yani işçi sağlığı ve halk/çevre sağlığının eklemlendiği payda… Mesela pandemiden önce de açıkça kapitalist çalışma kaynaklı hastalıklar veya kanserler, meslek hastalığı olarak kabul edilmiyorlardı. Türkiye’de tanı koyulması bürokratik ve hukuki mekanizmalarla neredeyse imkânsız hale getirildiği için, 2013’ten beri hiç bir çalışan meslek hastalığından ölmemiş gözüküyor. Senede en azından 10 bin ila 20 bin işçinin meslek hastalığından öldüğünü, yüz binlercesinin de meslek hastalığına kapıldığını hesaplayabilsek de, bu -aynı Covid-19 vakaları gibi- devlet mekanizması tescilinden geçirmediği için, yokmuş gibi yapıyoruz. Görünmez kalıyorlar. Çok bariz bir kaç örnek verelim. Bergama’da,ve ne yazık ki artık otuza yakın yerde  senelerdir siyanürle altın çıkarılıyor. Burada bu toksik maddelere maruz kalan işçilerin yakalandıkları hastalıklar meslek hastalığı olarak tanınmıyor. Madenden kâr etme süreci önce çevre kıyımına yol açıyor, sonra buralarda çalışan işçilerin bedenini kıyıyor.  Yani sonuçta bu ilişkiler daha önce de varlardı. Emek ve çevre arasındaki ilişki de vardı daha önce.

Mutlak ölüm sayılarına bakarsanız 1981’den bugüne dek zamana yayılarak can almaya devam eden, gene hayvandan insana geçen, yani zoonotik bulaşıcı bir hastalık olan AIDS’i saymazsanız, 1918-19’da yaşanan İspanyol Gribi’nden sonra ilk defa dünyada bu çapta bir pandemi yaşanıyor.Üç pandeminin de zoonotik olduğunu ve yaban hayatın talanı ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Şu anda insanlar (yüzde 36) ve insanların et yemesi için endüstriyel olarak büyütülen memeli hayvanlar (inekler, domuzlar başta olmak üzere toplam yüzde 60) dünyadaki biokütlenin yüzde 96’sını oluşturuyor. Tüm diğer memeli türler yüzde dörde düşmüş. Kuşlar için de aynı şey geçerli. İnsanlar yesin diye endüstriyel olarak çoğaltılan bir, iki tür, yani aslen tavuk ve hindi biyokütlesi, dünya yüzünde tüm diğer yaban kuşlarının üç misline çıkmış. Dünya Yaban Hayat Vakfı WWF’nin daha yeni yayınladığı ‘Yaşayan Gezegen 2020’ raporuna göre sadece son elli yılda, dünya yaban nüfusunun yüzde yetmişe yakını ortadan kalkmış.

Biz çocuklarımıza akşam yatmadan önce tüm bu yaban hayvanlar varmış ve yaşamaya devam edebileceklermiş gibi masallar anlatmaya devam edelim, onlar yeryüzün dengeleri dönüşsüz olarak kayboluyorlar. Gezegeni kafesleri içinde, insanın etoburluğa kışkırtan ve piyasalaştıran endüstriyel hayvancılığın köleleri olan inekler, domuzlar, tavuklar kaplıyorlar. Biyo-çeşitliliğin bu derece azalmış olması bulaşıcı hastalıkların çok hızlı ilerleyeceği genetik otobanlar yaratıyor. Yani artık emek ile çevrenin, emeğin farklı türleri üzerinden sömürülen insan ve diğer türlerinin beden ve emeklerini yan yana düşünmeyi dayatıyor bu pandemi bize.

Evet, meslek hastalıkları, iş cinayetleri, işçi sağlığı zafiyetlerinin yol açtığı büyük sanayi felaketlerinin işyerleri dışına tüm kente etkileri görünmez kılınmış. Ama insan emeğinin sömürüsünü konuşacak daha gelişkin bir terminolojimiz var. Ama farklı emek türleri, türler, çevre ve emeğin kader ortaklıklarını yan yana koyacak araştırma, mücadele metotlarımız henüz gelişkin değil. Özetle yeni emek rejimindeki değişiklikleri de,  emeğin doğayla üretim ve tüketim sürecinde sokulduğu ortaklıklar üzerinden okuyalım diyorum. Emeğin yeni kontrol etme mekanizmalarını, çevre katliamının yeni dönemine dair de bir işaret fişeği olarak okumak gerekiyor diye düşünüyorum.

Çevreye sınırsız bir kaynak olarak yaklaşan sömürü, yağma, söküp çıkarma sistemi, sisteme her türlü enerji ve yeni enerji kaynağı girişi devam ediyor. Türkiye’de nükleer santral inşaatı devam ediyor, verilen müjdeyi, doğalgaz bulundu müjdesini, hatırlayalım.  Yani bu tarz kapalı üretim tesisleri, sorgulanmasına izin verilmeyenin üretimin devamlılığı olduğunu tekrar gösteriyor. Üretilenin kapsayıcı toplumsal faydası, çevreye olan etkisi tartışılmadan durdurulmaması gerekliliği neredeyse “öresi”, işte bu bir siyasi rejim olarak faşizmin kökeninde bu var. Ne üretildiğinden bağımsız olarak- domates, deterjan, tank, tabut,  altın, gemi, tarım zehri, hibrit tohum, kıyıyı betonla kapatan Galataport inşaatı…”Üretim durmasın, İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün!”. İşçi sağlığı, halk sağlığı, çevre sağlığı ister istemez bu öncelikleri, neyin “elzem işkolları, üretim alanları” olduğunu tartışmaya açan alanlardır. Üretim devam edecek, doğanın sömürüsü Covid-19’u ortaya çıkaran şartlarda devam edecek demek. Covid-19’dan hayatını kaybedenlerin içinde işçilerin, çalışanların oranının yüksek olması, üretim araçlarının pandemi şartlarında da kesintisiz girişini sağlamaya çalışan bu üretim faşizminden geliyor.

O zaman düşünmemiz lazım, emek muhalefeti, içinde bulunduğu krizden çıkmanın yollarından biri olarak, kapatıldığı üretim sistemi ile sınırlı temsiliyet sınırlarını aşmak, ortaklıkları yakalamak nesnel ve öznel şartlarına sahip mi? Yalnız kendi temsiliyet grubunun meselesinin, sömürüsünün, yani insan türünün üretken bir işte çalışan işçi sınıfının sömürülmesinin, her türlü gelir ve kaynaktan dışlanan güvencesiz, mülteci, kadın ve çocuklarla,  kesintisiz doğa sömürüsü ile insan türü dışındaki canlıların sömürüsü ile ilişkilerini teori ve eylem şekillerinde kuracak mı? İşte tam da politize edilmesi gereken şeyler bu sınırlar. Bu birbirinden kesin hatlarla ayrılmış sınırlar, türler arasında, kültür ile doğa arasında, üretken ile üretken olmayan arasındaki…

Sorunuzun bana düşündürdüğü bir şey daha var, Sosyolog Erwin Goffman’ın yirminci yüzyıl toplumlarını anlamak için geliştirdiği ve daha sonra Michel Foucault tarafından da “Büyük Kapatılma” araştırmasına ilham veren çalışmalarda kullanılan “total kurumlar” kavramı. Yani mutlak kontrolün kurularak, bireylerin dönüştürüldüğü ıslahevi, kışla, tımarhane, hapishane gibi kurumlar. Bugün mesela Türkiye İstatistik Kurumu’nun hesaplamalarında da “kurumsal olmayan nüfus” diye bir kavram var. Hani Dardanel işçilerinin geçici olarak kapatıldığı o üniversite yurtları, yetiştirme yurtları, yetimhaneler,  huzurevi, özel nitelikli hastane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan nüfustur bu. Bu nüfusun 15 yaş üstü olanlarına da “kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus” deniyor. Esasında aşağı yukarı Goffman’ın tanımladığı total kurumlarla örtüşür, bu resmi istatistiklerin kullandığı “kurumsal” kavramı. Fakat gel gör ki, çalışma nüfusunun istatistiki ve hukuki olarak “sayıldığı” kurumsal mekânların da prensibi bu total kurumlara benzerler. Total, yani mutlak kontrol kurulması amacı sermaye birikiminin mutlak ve nispi artı değer artırma amacına içlektir.

Üretimin her aşamasının parçalara bölünerek, her bir parçasının zaman, mekân ve işçinin bedeninde en etkin bir şekilde kârı maksimize etmek için yeniden birleştirildiği yerlerdir işyerleri. Esasında kışlası da fabrikası da okulu da hem mimari, hem zaman/mekân/beden akış kontrolü açısından birbirine benzemiştir. Bugün Türkiye’de pek çok üniversite binası kışlalardan, fabrikalardan dönmedir. Gene sıfırdan yapılmalarına rağmen, bugünün yükselen parıltılı işyerleri AVM’lere benzeyen pek çok adliye, okul ve üniversite binası vardır.  Bunların hepsi, her bir aşamasının, girişten çıkışa, ışıktan sese havaya kadar düzenlendiği, denetim altına alındığı alanlar. Bu total kurumların bırakalım ortadan kalkmasını, arttığını görüyoruz.

AVM’ler dedik, başkaları için tüketim vahası gibi görülen AVM’ler tezgâhtarlar için total kurumlar. Keza günümüzün bir diğer fabrika benzeri işyerleri, çağrı merkezleri veya büyük kargo depoları… Tezgâhtarların, çağrı merkezi çalışanlarının veya kargo bandında çalışan depo işçilerinin her saniyeleri, bedenlerine ne giydikleri, tezgâha yaslanıp yaslanamayacakları, kaç dakika tuvalete, yemeğe gidebilecekleri, müşteriye söyledikleri kelimeler hepsi mutlak olarak kontrol edilmeye çalışılıyor. Buraların tüm tasarım ve endüstri mühendisliği mantığı bu kontrolü kurmak üzere yapılanmış. Fabrikalara da buradan bakabiliriz.

Türkiye Metal İşverenleri Sendikası MESS, işçilerin kullanmayı zorunlu tuttuğu MESS Safe uygulaması ile işyerinde sosyal mesafe denetimi yaptığında, işveren sorumluluğu olan işçiyi gözetme yükümlülüğünü, “gözetleme” ve bulaşıcı hastalığın bulaşma sorumluluğunu işçiye yıkmış oluyorlar. Denetim de dijitalleştirilerek, risk işçiye içselleştirilip, teknolojik gözetleme başka alanlarda meşru ve aşina kılınmış oluyor. Ama fabrikaların zaten total kurum olma niteliği olmasa üzerine MESS SAFE gibi uygulamalar gelemezdi. Yani içine kapatılıp üretim devam ettirilmedikleri zamanda da fabrikalar total kurumlardı işçiler için.

“Emeğin yeni kontrol etme mekanizmalarını, çevre katliamının yeni dönemine dair de bir işaret fişeği olarak okumak gerekiyor diye düşünüyorum.”

Ayrıca kapatmanın pek çok farklı şekli olabilir. İlla Dardanel gibi işçilerin evlerine gidemeyecekleri şekilde fabrikaya veya bir inşaat şantiyesinde şantiyenin içine kapatma şeklinde değil. Mesela işte Vestel’de,Gaziantep Merinos vesaire tekstil fabrikasında şahit olduğumuz gibi, örneğin çalışan yüzlerce, binlerce işçinin ciddi bir kısmı Covid-19 ile enfekte olduğu bir yerde, hiç bir şey olmamış gibi, kapatılmadan da olsa çalışmaya devam ettirilmeleri de bir baskı. Hatta Merinos fabrikası yönetimi, Covid-19 ile enfekte olan işçilere cezai işlem uygulayacağına dair bir afiş bile asabiliyor fabrikaya. İşveren işçileri fabrikanın içine kapatmasa bile, virüsle beraber kapatıyorsunuz. İki ayrı türü bir yere kapatıyorsunuz.

Bunun yanında işveren işçiyi işten çıkarma yasağı adı altında ücretsiz izne çıkarıp, 1200 liraya mahkûm ettiğinde de-ki yaklaşık iki milyon işçi, aileleri ile beraber yaklaşık altı, yedi milyon insan bu durumdan etkileniyor- o insanı başka yerlerde daha ucuza, daha riski ve güvencesiz çalışmaya itiyor. O işyerinin fiziki tehlikelerinden uzaklaştırılıp, işsiz durumuna düştüğü zaman işçi, aslında daha büyük bir risk altında girebiliyor. En sonunda geçim derdi azalmıyor, mukabilinde bir sosyal transfer, bir ücretli izin ödemesi yok. Veya devletin İşsizlik Fonu’nun kaynaklarını işverene aktarması anlamına gelen Kısa Çalışma Ödeneği’ni alıp, işçileri aynı uzunlukta ve daha yoğun çalıştıran işverenlerin varlığını da biliyoruz. Uygulama başladığından bu yana 3,5 milyon işçi için işverenler kısa çalışma ödeneği almışlar.

DİSK-AR’ın bu ay yayınladığı“İşsizlik ve İstihdam Raporu”ndabu yılın Haziran ayında geniş tanımlı işsiz sayısı ve istihdam kaybının geçen sene aynı ayla karşılaştırınca 4 milyon artarak, 14 milyona yükseldiğini hesaplamış. Geniş işgücü tanımını dikkate alırsak bu gerçek işsizlik ve istihdam kaybı oranını yüzde 40’lara çıkarıyor! Ki gençler ve kadınlarda durum ortalamanın da üstünde vahim.

Şimdi soralım, bu 14 milyon, artık istihdam dışı diye kapitalizmin boyunduruğundan çıktı mı? Hayır. Gelir yokken geçim ve borç boyunduruğuyla esasında çok daha mutlak kontrolleri kabul etmek zorunda kalıyor.Onların dışarıdan yaptığı yedek iş gücü baskısı ile fiilen toplu taşıma kullanıp işe gidenler, işyerlerinde üretimin hızını kesmemek için daha sıkı koşullarda işe evet demeye daha teşneler. Vardiya geçişlerinde yığılma yaşanan, ortak alanların dezenfekte edilmediği, yemekhanelerde, varsa servis kuyruklarında sıkışıklığın devam ettiği, yeterli koruyucu ekipman dağıtılmadığı ortamlarda çalışmaya devam.

Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz!” diyen bulaşıcı hastalıkla cepheden karşılaşan sağlık çalışanlarında bile ekseriyetle durum bu. Bütün bu koşulların birleşimi, fiziken fabrikaya, şantiyeye kapatıp çalıştırma olmasa bile, işyerinde mutlak kontrol mekânı oluşturabiliyorlar. Ama tabi buna rağmen nasıl böyle bir dönemde hala danışıklı batırılan şirketlerden alacaklarını, sendikalaşma haklarını, mevzuat değişikliklerini talep eden fiili işçi hareketleri var, bu gerçekten takdire şayan ve titizce araştırılması gerekiyor.

Bir de evden çalışma konusu var. Pandemi ile birlikte birçok sektör evde çalışma sistemine geçti ve böyle de sürecek gibi görünüyor. Aslında sermaye için kârlı da bir biçim… Burada da ama yoğun bir emek sömürüsü ve hak ihlalleri var. Buna dair sizi değerlendirmeniz nasıl olur?

Evet, özel hayatın mekânı olarak kodlanan evden (uzaktan) çalışmanın artmasından bahsettik. Evin sadece tüketim ve kültür üzerinden dolaylı olarak değil, doğrudan artı değer üretim süreçlerine entegre edilmesi konusu hakkında bir iki ham fikir ifade edip, bu soruyu toparlamak isterim.

Pandemi, en nihayetinde mobilite artınca riskin arttığı küresel bir bulaşıcı hastalık. Bu durum tüm dünyada ciddi bir ikiye yarılma yarattı. Evde kalabilenler ve evde kalamayanlar. Güvencesizler / güvenceliler, beyaz yakalılar / mavi yakalılar ayrımından çok daha keskin dönemsel bir ayrım oldu bu. Burada evde kalıp da kendini / ailesini geçindirebilmeye devam edebilenlerin, şu veya bu şekilde bir sınıfsal ayrıcalıkları olduğunu görüyoruz. Yani sayısal azınlıktan bahsediyoruz.

Türkiye’de çalışma hayatının, yani var olan işlerin yaklaşık beşte birinin evden çalışmaya müsait çalıştığı hesaplanmış.  Bir de evde duramayanlar, sokağa çıkmak, toplu taşıma kullanarak, çoğu zaman yakınlarda yasaklanan şekilde ayakta yolculuk ederek işe gitmek zorunda olanlar var. İşe gidenler arasında da pek çok fark var tabii.  Ama pandemi gibi riske mâruziyetin büyük ölçekli yerlerde başkaları ile karşılaşmakla arttığı özgül bir ortamda kendini geçindirirken evde kalabilme ve evden çıkmak zorunda kalma arasındaki ayrım, doğrudan sağlık ile ilgili bir eşitsizliğe, sosyal bir hiyerarşiye tekabül ediyor. Hemen kendi işkolumdan örnek vereyim. Ben bir kamu üniversitesinde çalışıyorum. Akademik kadro evde kalabilirken, idari ve teknik kadrolar her gün servis veya sair ulaşım araçları kullanıp, işe gitmek ve grup içinde çalışmak, işyerinde yemek yemek zorunda. Üniversitelerde daha önce de var olan bu hiyerarşiyi çalışma risklerine mâruziyet açısından daha da derinleştirmiş oldu pandemi.

Aynı zamanda ev de ev değil. Yani konut dediğiniz de konumu, büyüklüğü, altyapısı ve içindekileri ile sınıfsal olarak ayrışmış bir yapı. Pandemi ile daha fazla hanenin işyeri haline gelmesi ile burada da takip, denetim, kontrol, verimlilikleştirme, beden ve zihnin standart kullanımı, daha uzun saatleri çalışmaya ayırma, çalışma hayatındaki toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerin artması gibi eğilimlerin ortaya çıktığı şimdiden görgül olarak da öncül çalışmalarla anlaşılıyor. Şimdiden Koç, Google, Facebook, Twitter gibi pek çok büyük sermaye grubunun, holdingin, pandemiden sonra da evden çalışanların oranını artıracağına dair açıklamaları yayınlandı.

İş Hukukçusu Murat Özveri’nin TTB Covid-19 İzleme Kurulu’nun çıkardığı 6. ay izleme raporundaki çalışma hayatı ile ilgili kapsamlı yazısını takip ederek hukuki alana bakınca, şimdi adına evden çalışma, uzaktan çalışma ya da tele çalışma dediğimiz şeyin, İş Kanunu’nda -istisnai bir iş ilişkisi olarak- 14. maddede çoktan düzenlenmiş olduğunu görüyoruz.

İşverenin sürekli erişilebilir olma beklentisi ile dijital kontrolü ve ofiste yüz yüze çalışma masraf ve risklerinden tasarrufu bize anımsatan uzaktan çalışmanın hukuki zemini hiç de öyle değil: Haftalık 45 saat çalışma süresinin üstünde fazla mesai ödeme mecburiyeti, günlük çalışma süresinin fazla çalışmalarla beraber 11 saati aşmama yasağı, bayram, resmi ve hafta tatillerine riayet edilmesi, ara dinlenmelere uyma mecburiyeti, hafta tatilinde ulaşılamama hakkı, yemek, giyim, sağlık yardımı, ikramiye, yol ücreti gibi sosyal hakların, ücretin tam olarak verilmeye devam edilmesi ve internet, telefon, bilgisayar, tablet gibi gerekli iş aletlerinin gerekli kalitede sağlanma mecburiyeti, ücretsiz çalıştırma yani angarya yasağı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin ve ev ortamında da olası kazaların ve hastalıkların bu kapsamda değerlendirilmesi bunların hepsi kazanılmış haklar. Aynı zamanda nasıl ki işyeri sınırlarında çalışırken, işveren çalışanın kişisel bilgilerine dokunamıyorsa, örneğin alıp telefonuna bakamıyorsa, özel alanına giremiyorsa evden çalışırken de, iş süreci kontrolünü bu boyuta vardıramaz, özel hayat ihlaline giremez. Şimdi bunlara bakın, bir de bunların ne kadarına uzaktan çalışmanın fiiliyatında uyuluyor, onu söyleyin?

Düzenlemeler var ise, bu yönde verilen mücadeleler de var demektir.  Biraz bu alanın yakın mücadele belleğinden de bahsetmek istiyorum. Mesela Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, 1996 tarihli 177 no’lu Evde Çalışma Sözleşmesi var. Tele çalışma ile ilgili Avrupa çerçeve anlaşması var. Türkiye, İLO’nun Evde Çalışma Sözleşmesi’ne taraf olmadı ama buradaki maddeleri kendi İş Kanunu’na transfer etti. Biraz önce tanımladığım hukukilik kriterleri İş Kanunu’na girdi.

Mevzuat alanından taban hareketlerine geçersek, evde çalışmanın arttığı bugünkü durumda geri dönüp hatırlanması gereken, Türkçeye “bağlantısızlık hakkı” olarak çevrilen hareket. Fransa’da 2000-2001’de başlayan bir tartışma bu. Günün hangi saatinden sonra ben çalışan olarak bana yollanan e-maile cevap vermek zorunda değilim? Emsal bir dava üzerinden başlıyor bu tartışma. Bu emsal davada işçi lehine karar veriliyor. Kararda mealen deniyor ki: Çalışma saatlerinin dışında erişilir olmaması beklenemez ve bu saatlerde oluşan işin gecikmesi ile ilgili kaybın sorumlusu çalışan değildir. Sendikaların da sahip çıkması ile “bağlantısızlık hakkı” denen madde,  2017’de İş Kanunu’nun bir maddesine meşhur “7. paragraf” olarak ekleniyor. Madde detaylı olmasa da bağlantısızlık hakkının ilkelerini tanımlıyor. Bu hakkı, Fransa’da da Almanya’da da, ciddi iş günü kaybına yol açan çalışan depresyonlarıyla, işyeri stresi ile psiko-sosyal risklerle mücadele etmenin bir yolu olarak lanse ediliyor. Sadece sendikalar tarafından değil, pek çok kamu kurumu hatta bazı büyük şirketler tarafından da, işçinin sürekli bağlantıda olma stresini taşıdığı durumda, veriminin de düşeceği savlanıyor. Türkiye için bu hak talebi çok uzak gözükse de,  taşıyıcı kapsayıcı bir irade olduğu durumda tahmin edilemeyecek kadar hızlı destekçi bulacak bir harekete dönüşebilir. Bunun evde çalışan işgücü açısından bir insan altyapısı var.  Yani ikilikler üzerinden düşünüp, sadece dışarıda çalışanlara, evde kalamayanlara, klasik tanımı ile “işçilere” odaklanmamız, evde çalışanlara da bakmamız gerekiyor. Ortaklıklar kurarak nasıl bu çelişkileri, daha az üreten, adil, biyoçeşitliliğe saygı duyan, yavaş ve derin bir ömür ve dünya kurmak için konumlandırmalıyız, onu düşünüp, o yönde uğraşmalıyız.

Türkiye’deki işlerin sadece beşte birinin evde çalışmaya uygulanabileceğinin hesaplandığından bahsetmiştim. Burada memuriyete bakıyoruz, pandemi koşullarında biz eğitimciler bu kesimin büyük alanını oluşturuyoruz.  Okullar ve üniversiteler pandemi kontrol altına alınamadığı sürece açılamayacak, açılmadığında da yarattığı ve derinleştirdiği tüm eşitsizliklerle uzaktan çalışma devam edebilecek.

Kamu personelinin bir kısmı, pandeminin şiddetine ve çalışanların taleplerini geçerli kılma gücüne göre değişecek şekilde, dönüşümlü çalışmayla ilerliyor. Onun dışında, büro işkolunun bazı kesimlerinde, daha çok eğitim alma imkânına sahip olmuş, yönetici pozisyonlarındaki kesimde evde çalışmaya rastlıyoruz. Serbest meslek sahipleri, küçük dükkân sahipleri, kayıt dışı, günü birlik işlerde çalışanlar iş hacminin düşmesi, kent hareketliliğinin azalması ile evde otursalar gelir elde edebilecek durumda değiller, bîkarlar!

Özetle, hayatî bir gelir kaybı yaşamadan evden çalışmaya devam edebilmek toplumsal bir ayrıcalık konumuna işaret ediyor. Bunun iyi beslenme, iyi barınma, doğa içinde tatil yapabilme imkânları ile birleştiğini de düşününce, sağlık ve hastalık karşısında sınıfsal eşitsizliklerin iyice görünür oluyor. Bu iyi koşulları birleştiren yönetici ve ara yönetici kademelerde çalışan beyaz yakalıların en yüksek gelir ile en düşük Covid-19’a enfekte olma riski taşıyan kesim olduğunu görüyoruz. Yani “hangi evden çıkmayanlar, eve kapananlar, evde çalışanlar” daha avantajlı sorusunu da sormalı.

“Evden çalışma” tek bir sınıf konumuna işaret etmiyor çünkü. Mesela iş çevrelerinin bazı dergilerinde şöyle ifadeler görüyoruz: “Evden çalışma devri bitti, istediğin yerden çalışma devri başlıyor!”. Bildiğimiz esnekleştirmeyi güzelleme söylemleri yani. Evden çalışma, bir nevi özgürleşme, bireysel özgürlüklerin artması diye lanse ediliyor.  Bu durum, hayat stili vurgusuyla da paketleniyor. Fakat daha fazla evde çalışma, tek başına çalışma, iş üzerinden daha az yüz yüze sosyal temas, işyeri denetim sürecinin özel hayat alanı olan eve sirayet etmesi, ulaşılamama hakkının kullanılamaması, eşitsiz paylaşılan ev ve bakım işleri ile iş işlerinin üst üste binmesinin kadın, vasıflı beyaz yakalılar üzerinde yaptığı ek baskı gibi unsurların, çalışanların psiko-sosyal risklere olan mâruziyetini ne duruma getireceğini ciddi bir şekilde takip etmek gerekiyor.

“Artık emek mücadelesi kitleleri arkasından sürükleyecek, bu yangın yerinde bir patika sunacaksa, yalnızca dar manada insan türünün çalışmaya mahkûm işçi sınıfına daraltamaz bakışını. Kendisiyle beraber sömürülen, kendi türü dışındaki canlıların ve doğanın sömürüsünü bu krizin parçası olarak ele almak zorunda. Yani artık emek hareketinin diline, eylemine, işbirliğine ekoloji gündemi dahil edilmek zorunda.”

Ama içselleştirilmiş ve bireyselleştirilmiş zihni emek ile kendine performans gözlükleriyle bakan bir benlik algısı ile; evden çalışan kesiminde bireysel yetersizlik, yetememezlik ve suçluluk hissinin en azından çalışarak geçirilen süreleri artırıyor olması kuvvetle muhtemel.

Ayrıca evde çalışmanın çalışma sürelerini artırdığını ortaya koyan araştırma sonuçlarının nedeni, işverenlerin kurduğu veya kurduğundan endişe edilen teknik takip mekanizmaları değil. Bahsettiğim 2019 araştırmasında iki denek grubu kullanılmış, evden çalışanlar ofiste çalışanlara göre yılda 17 gün daha fazla çalışıyorlarmış. Türkiye mesela hâlihazırda haftalık fiili çalışma saati karşılaştırmasında, yasal üst limiti de geçecek şekilde OECD ortalamasında birinci. Haftalık çalışma süresi OECD ortalaması 37 saat iken, Türkiye ortalaması 50 saate yakın.

Bu sadece dışsal bir “denetlenme korkusundan mı” kaynaklanıyor acaba?  “Kaç kere mouse ile tıkladın, ne kadar süre ekran başında online kaldın” kontrolleri kurulsa da, muhakkak bunu aşmanın teknik yolu bulunur. Hukuken Kişisel Verileri Koruma Kanunu da bunları aşmak için kullanılabilir. Ama içselleştirilmiş ve bireyselleştirilmiş zihni emek ile kendine performans gözlükleriyle bakan bir benlik algısı ile; evden çalışan kesiminde bireysel yetersizlik, yetememezlik ve suçluluk hissinin en azından çalışarak geçirilen süreleri artırıyor olması kuvvetle muhtemel. Özel hayat ve pratikler ile iş pratikleri arasındaki sınırların muğlâklığından kazanan, nadiren çalışan olabilir. Evlerimiz de panoptikona dönerse bu psiko-sosyal baskı ile ne yapacağız?

Yani en uç örnekte somut total kurum şartları yaratılan, işyerine kapatılan Manisa’daki maden işçisi, Yusufeli’ndeki HES inşaat işçisi,  Vestel ya da Dardanel’deki fabrika işçisiyle bu en ayrıcalıklı, daha fazla evde çalışan kesimin ortak bir psiko-sosyal dert zemini olabilir mi? Bu da önemli bir soru? Çalışma acılarında bir ortaklık var mıdır?

Birincisi, somut bir birim üzerinden sayılabilir mal şeklinde çıktısının olmadığı hizmet sektöründe; reklamcılık, mimarlık, hatta çeviri, editörlük, araştırmacılık alanlarında “hizmetin” çıktıları üzerinden değerlendirme yaygın. Çıktı değerlendirmesi konusunda da işverende “işin ne zaman tamam, iyi, güzel” olduğuna dair büyük bir takdir yetkisi var. Çalışılan süre ve süreç değil de, değerlendirmesi patrona kalmış.  Çıktı üzerinden ücretlendirilme büyük bir stres, rekabet ve performans baskısı kaynağı. Tabi sürecin işveren tarafından tam olarak tanımlanmadan, piyasanın tüm belirsizliklerinin çalışana yüklenerek, belirgin bir çıktı/performans beklenmesi ayrıca bir baskı kaynağı. Çalışmanın psikodinamiklerini çalışanlar bu uygulamayı psiko-sosyal risklerin en önemli nedenlerinden biri olarak görüyorlar. Riskin, performansın, başarının, ezânın, cezanın bireyselleşmesi ve sürekli ‘çıktılar’ üzerinden yarıştırılıyor olmak.

Vincent de Gaulejac ‘İşletmecilik Hastalığına Tutulmuş Toplum’ kitabında çok güzel anlatır bunu. Siz sürekli olarak o çıktı ile uğraşırken, aynı zamanda sizinle beraber çalışan, takip edemediğiniz gölge “rakip” çıktılar ile karşılaştırılıyorsunuz. Çıktınız üzerinden yapılan performans süreçlerinde, “kendi” çıktınızı iyileştirmek için fazla mesai kelimesini ağzınıza bile almadan, kendi gecenizi gündüzünüze katıyor, o çıktı ile özdeşleşiyorsunuz. O “çıktı”, iş, proje, teslim, lansman vs üzerinde sıkı bir kimlik edinme, ketlenme yaşıyorsunuz. Esasında bu sadece bir ücretlendirme tekniği!

“Bu toplumsal, çalışmaya dair risklerin bireyselleştirilerek, işletmenin dışına atılması. Aynı evde herkesin kendi kahvesini çayını kendisi alması, kendi yemeğini kendi yapması, kendi bilgisayarını, internetini kendi bulması gibi, herkes çalışma kaynaklı fiziksel ve psikolojik hastalıklarıyla da kendi mücadele etmek zorunda!  Yani kapitalizmle daha çok baş başa kalınıyor ve prensipleri hanelere daha fazla nüfuz edecek sanırım.  Metropollerde merkezi iş alanlarında ofis kiralarının, metrekare fiyatlarının ne kadar yüksek olduğu düşünülünce, işin diğer doğrudan maddi yönü de aşikâr oluyor.”

Uşak’taki halı dokumacısı kız kardeşlerimiz gibi, tüccar tezgâhı veriyor, ipi veriyor, teslimat tarihi veriyor.  Ondan sonra teslimatı yetiştirmek için ne hallere düşmüşsün, biyolojik, psikolojik sınırlarını ne kadar aşmışsın, tükenmişsin, onu düşünmek onun vazifesi değil. Teslim alacağı halı miktarı ve kalitesine bakar sadece. Yetişmeyecek bir sürede istiyor olabilir, yepyeni, öğrenmesi senin gecelerini yiyecek bir motif isteyebilir. Sen evinde tüccarın verdiği tezgâhta halıyı dokumak için o yeni motifi kendi ömründen yiyerek dokurken, aynı zamanda çocuklarına bakman, evi döndürmen de beklenir. İstersen yorgunluktan tükenebilir, ölebilirsin, bu tüccar kimliğindeki patronu ilgilendirmiyor. O halı bitecek diye bakar tüccar. E ne oluyor sonunda, işçi ölüyor.

Bakın Uşak’ta ev tezgâhında tüccar sermayesine fason halı dokuyan ile evden reklam şirketine iş yetiştiren kadınlar arasında on yılları aşan kaderdaşlıklar var. Mesela diyor ki şu kadar dersi vereceksin, yayın yapacaksın, rapor yazacaksın, şu projeyi yapacaksın, şu çizimi yapacaksın. Ve kalitesinin ne olduğunu de kendi belirlediği çıktı üzerinden işi değerlendiriyor.  Yani takdir edilen, tanınan, ücretlendirilenin, “8 saat çalıştım işte, kalanı fazla mesai” kabulünün olmadığı, her halükarda, bitmesi gereken, bitip bitmediğine de patronun karar verdiği bir iş olduğu durumda, sürecin ucu açık sömürüye dönüşme ihtimali daha büyük.  Evde çalışma, denetim zorlukları bahane edilerek, çoğu zaman çıktı değerlendirmeli bu sistemi kural haline getiriyor. Böylece değil 8 saat, 10 saat, 15 saat çalışmaya başlıyorsun, “ta ki tüm ev ve bakım işlerinin yanında o iş bitinceye kadar”.  Ne noktada işveren, çıktının ne zaman “tamam” olduğunu tanımlama gücünü mutlak olarak eline alır, o zaman evde de total bir kurum yaratılabilir. “Ben ofise gelip gittiğini, nasıl adanmış çalıştığını görmedim ki, bu proje için yeteri kadar çalışıldı mı, oldu mu olmadı mı?” Olmadıysa hadi baştan başla. Bunu her yere uygulayabiliriz, projelerden gazete haberlerine kadar. Burada verili güç ilişkileri içinde, o  ‘ayrıcalıklı evde kalan kesimin’ de fazla çalışmasının belgelenmesi imkânsız.

Bir de evde çalışmanın, iş kazası ve meslek hastalığı tespiti açısından işyerinde çalışmaktan bir farkının olmaması lazım. Şu anda, tamamen işleri gereği Covid-19’a yoğun şekilde maruz kalan sağlık çalışanlarının dahi enfeksiyonları iş kazası veya meslek hastalığı olarak kabul edilmezken, bunu evden çalışanlar için düşünmek bile imkânsız geliyor. Biliyorsunuz Mayıs ayında SGK, Covid-19’a çalışırken yakalananların meslek hastalığı değil, sadece hastalık kapsamında provizyon alması gerektiğine dair bir genelge yayınladı. Buna karşı TTB, SES, Maden Mühendisleri Odası ve DİSK dava açtılar, ama henüz bir kazanım yok.  Yani evde çalışma halindeki kaza ve hastalıkların, çalışma kaynaklı olduğunu kanıtlamak imkânsıza yakın. Burada fiili olarak güçlü olan kendi kuralını koymuş oluyor.

İşte bu toplumsal, çalışmaya dair risklerin bireyselleştirilerek, işletmenin dışına atılması. Aynı evde herkesin kendi kahvesini çayını kendisi alması, kendi yemeğini kendi yapması, kendi bilgisayarını, internetini kendi bulması gibi, herkes çalışma kaynaklı fiziksel ve psikolojik hastalıklarıyla da kendi mücadele etmek zorunda!  Yani kapitalizmle daha çok baş başa kalınıyor ve prensipleri hanelere daha fazla nüfuz edecek sanırım.  Metropollerde merkezi iş alanlarında ofis kiralarının, metrekare fiyatlarının ne kadar yüksek olduğu düşünülünce, işin diğer doğrudan maddi yönü de aşikâr oluyor.

Evde çalışmanın yayılması, düzenli doğrudan istihdamı daha da azaltacak bir eğilim bir yandan da. Mesela yayıncılık dünyasında, STK dünyasında görüyorum, “sigortasız proje bazlı çalıştırmanın” artmasını. Yayın evleri doğrudan istihdam ettikleri editörlerine, “Madem evde çalışıyorsun, o zaman hadi sen kendi hesabına çalış. Benden parça başı iş al” diyebiliyor. STK’lar zaten kısa süreli ve az sayıdaki doğrudan istihdamlarını iyice daraltarak,  projeleri iş bölümlerine ayırıp, sigortasız, evden çalışan, kendi bilgisayar ve internetleri olması beklenen araştırmacılara “taşere ediyorlar”. “Serbest çalışan”, “kendi hesabına çalışan”, herkes artık – Almancada denildiği gibi- müstakbel bir Ben-A.Ş. (Ich-A.G.). Bu fiilen, aracı istihdam firması olmadan ‘kiralık işçilik’ sistemine geçmek demek esasında.

“Tamamen uzaktan eğitim, derslerde yüz yüze iletişim içerisinde elimizde kalan son nefes alma, karşılaşma, tartışma alanlarını zayıflatıp, yaptığımız işe -dersin içinde belki en başta amaçlanmamış- spontane, güncel, kolektif anlamlar verebilme imkanlarımız da inanılmaz zora koşuyor. Tabi henüz dijital eğitime ve buradaki müşterekleşme pratiklerine akademide çok yabancı olduğumuz için de oluyor bu.”

Evde çalışmanın pandemi döneminde artmasının bir başka etkisini akademi iş kolunda görebiliyoruz. Online eğitime geçme eğilimi bir mekânda sıkıştırma, ders malzemelerini sertifikalandırıp, pazarlama, dersleri standartlaştırma ve ticarileştirmenin parçası olarak zaten var olan bir eğilimdi. Mesele 2009 senesinde Bilgi Üniversitesi, kar amaçlı üniversite şirketi, bir küresel finans şirketi olan Laureate Edu. İnc. tarafından satın alındığında, yeni yönetimin ilk yaptığı belli bölümlerde ve “servis derslerinde” online eğitime geçmek, öğrenci sayılarını ve eğitim ücretini artırmak olmuştu.  Bu sene de pek çok vakıf üniversitesinde, Haziran sonunda  “sözleşme süresinin dolması” kisvesi altında yoğun işten çıkarmalar yaşandı. İşten çıkarma yasağına rağmen oldu bu. Çünkü online eğitimde ders masrafları, ofis masrafları azalıyor, ders içeriklerinin kontrolü, denetim imkanları artıyor. Dersler bir kere kaydedilince, tekrar tekrar “satılabilir” hale geliyor. Kriz koşullarında öğrenci kayıtları da azaldıkça, gittikçe daha az canlı emeğe ihtiyaç duyuyorlar. Bu eğilimi yüksek lisans öğrencisi alımlarında da, yurtdışında da pek çok kamu, vakıf ve özel üniversitede görüyoruz. Pandemi döneminde üniversitelerde online eğitime geçilmesi, zaten başlamış bir eğilimi derinleştirdi.

Burada zihin emeği verenlerin üzerindeki kontrol, bir yandan da çıktının ideolojik kontrolüdür. Barış Akademisyenleri’nin kovuşturulduğu davada da gördük bunu. Kovuşturulan sırf onlar değildi, araştırma, eğitim ve bilimin konu ve çıktılarının denetimi çabası idi. Tamamen uzaktan eğitim, derslerde yüz yüze iletişim içerisinde elimizde kalan son nefes alma, karşılaşma, tartışma alanlarını zayıflatıp, yaptığımız işe -dersin içinde belki en başta amaçlanmamış- spontane, güncel, kolektif anlamlar verebilme imkanlarımız da inanılmaz zora koşuyor. Tabi henüz dijital eğitime ve buradaki müşterekleşme pratiklerine akademide çok yabancı olduğumuz için de oluyor bu.

O yüzden kendi iş kolum için söylüyorum, bu dijital eğitime geçiş eğilimini, üniversite eğitiminin mevcut açmazlarını aşacak şekilde lehimize kullanacak bazı yollar düşünmemiz lazım. Bir bölümün disiplin ve sosyal sınırlarına takılı kalmadan, toplumsal fayda için gündemler belirleyip, üniversite içi ve dışı, ülke içi / dışı ekipler, müşterekler kurup beraber çalışma, eğitimi not odaklı olmaktan çıkartmayı, öğrenen-öğreten/danışılan olarak beraber üretip, sonucunu beraber değerlendirecek şekilde katı kuralların etrafından dolaşmayı denemeliyiz. Rancière’in ‘Cahil Hoca’sı belki hiç bu kadar güncel olmamıştı. Bir de şunu söylemeliyim. Öğrencilerin eşitliği faraziyesinden yola çıkılan yüz yüze eğitimin kör noktalarına, derse girip kaç öğrencinin internet, bilgisayar veya sakin ders dinleyebilecek bir ev ortamı olmadığını fark edince biraz gün yüzü tutulmuş oldu.

Evde çalışmanın bir başka cilvesi de,  çalışılan, paylaşılan işyeri odaklı örgütlenme zorlaşıyor ama iş odaklı müşterekleri yan yana getirebileceğimiz imkânlar doğuyor. Burada klasik örgütlenme şablonları dışında, örgütlenmenin mayası olan güven ilişkilerini nasıl kuracağız? Zira örgütlenmeler aslında mekânsaldır. Peki bu yeni durumda örgütlenmenin yeni ölçeklerini nasıl düşünmeli? İş süreçlerinde yabancılaşma, izolasyon ve bireyselleşmenin artması ile nasıl yüzleşeceğiz? Bireysel gözüken kolektif psiko-sosyal dertlerimize nasıl kolektif deva süreçleri bulacağız, bunları düşünmek durumundayız.

Belki bu dönemde erkeklerden daha fazla iş ve mobilite kaybı yaşayan, ev/bakım işleri içerisinde daha fazla eve kapanan kadınların yatay örgütlenmelerini de emek örgütlenmeleri diye görmek ve beslemek gerekiyor. Bu döneme zaten atıl giren, ekseriyetle atıl, bürokratik, eril kurumsal sendikacılığın da koşarken uçmayı öğrenmesi gerekecek sanırım. Henüz sendikaların çoğu on yıllardır emek dünyasının gerçeklikleri olan güvencesiz çalışan, taşeron işçiler, işyerinde ırkçılık, vatandaş olmayan işçiler veya mevsimlik işçiler ile ilgili örgütlenme çalışması yapmıyorken, kadınların sistemi ayakta tutan ücretsiz emeği veya üretimin ekolojik sınırları hakkında gayet sistemin ön-kabullerine yakın veya muhafazakar bir çizgideyken, sosyal çalışma mekanlarının dijital mekanlarla ikamesi ile ortaya çıkan yeni dinamikleri örgütlenme lehine nasıl çevirecekleri koskocaman bir soru. Burada ya sendikalar gölgesinin üzerinden atlayıp kendini aşacak ya da çözülecek gibi geliyor bana.

Yakınlarda kaybettiğimiz, Occupy Wall Street hareketinin de eylem ve fikir insanlarından, antropolog David Graeber’ın, son kitaplarından biri Bullshit Jobs, yani ‘Gereksiz’, “Uydurma”, “Saçma”, “Yararsız İşler” veya bildiğin ‘Zırva İşler’ burada bahsedilenler. Graeber bunları daha çok “vasıflı, finans sektörünün büyümesi vesilesi ile şişen beyaz yakalı” işler olarak tanımlıyor; bilişim, finans, halkla ilişkiler, pazarlama, insan kaynakları, sigortacılık, iletişim, akademi ve sağlık yönetimi, hukuk ve mali müşavirlik gibi. Yani kötü ücretlendirme değil bir işi zırva, bullshit yapan, anlam ve kolektifte atfedilebilecek bir fayda yoksunluğunun doğurduğu manevi şiddet. Bir yandan da toplumu ayakta tutan, son derece faydalı ve anlamlı, pandemi döneminde de tekrar “elzem/yararlı işler/çalışanlar” olarak öne çıkan hemşireler, öğretmenler, bakıcılar, sosyal hizmet çalışanları, ambulans, metro, otobüs şoförleri, kasiyerler, depo işçileri, gıda işleyen işçiler, tamircilere, kuryeler, çöpçüler, mevsimlik tarım işçileri, çiftçilere çok daha az toplumsal değer atfediliyor ve topluma kattıklarının tam zıddı olan düşüklükte bir maddi ve manevi getiri elde ediyorlar. Graeber “bakım verenler sınıfı” (caring class) diyor bu kesime. Çoğu zaman doğrudan bir şey üretmekle değil, insanlar, hayvanlar, ekosistem ve üretilenlerin hayatta kalması, bakımı, ‘tamiri’, taşınması ile uğraşanlar. “Her anlamda başkalarının özgürlüğüne, otonomisine katkıda bulunanlar” diye tanımlıyor bu kesimi. Emeğin anlaşılması için “bakım” kategorisini, aynı feministlerin yaptığı gibi merkeze koyuyor. Pandemi dönemi çıplak bir şekilde ortaya döktü: toplumun yeniden üretimi için, şu anda içtiğimiz su, yediğimiz yemek, evde dururken dışarıdan alabildiğimiz haber, çalışan bir elektrik hattı, çocuğumuzun toplumda ayakta durabilecek bilgilerle donatılması, kaza yaptığımda bir ambulans şoförünün beni hastaneye taşıması… Bütün bunları sağlayan ama toplumun yeniden üretilmesi için bu elzem katkılarını tam tersi, maddi ve manevi geri dönüşleri kıt kalanların realitesini yeniden önümüze getirmiş oldu.

Pandeminin başından bu yana birçok doktor ve sağlık çalışanı yaşamını yitirdi; enfekte olma oranları da giderek artıyor. Oldukça zor koşullarda çalışmak mecburiyetinde kalıyor. Sağlık çalışanları koronavirüsün meslek hastalığı olarak kabul edilmesini talep ediyor. Bu talep bugün pandemide geldiğimiz noktada ne anlama geliyor?

Türk Tabipler Birliği pandeminin hemen başında,  Covid-19 İzleme Kurulu kurdu. Ben de orada bir sosyal bilimci olarak emek vermekten, çoğunlukla da öğreniyor olmaktan mutluluk duyuyorum.

Önce biraz somut verilere bakmamız gerekiyor. 2 Eylül’de Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre şimdiye dek 30 bin sağlık çalışanı Covid-19 enfeksiyonu yaşamış ve şimdiye kadar 52 sağlık çalışanı hayatını kaybetmiş. Ama tabii TTB çok daha kapsamlı tanımlıyor sağlık çalışanlarını. Mesela hastanedeki temizlik görevlisi, güvenlikçi, ambulans şoförü, bilgi işlemci Sağlık Bakanlığı rakamlarında büyük ihtimalle istihdam statülerine göre, her hangi başka bir işkolunun taşeron işçisi olarak gözüküyor. Sağlık çalışanı olarak görülmüyorlar. Hâlbuki onlar sağlık kurumlarında çalıştıkları için virüsün en çok yoğunlaştığı mahallerde bulundular ve enfekte olmalarının nedeni bir ekip çalışması olan sağlık işi. TTB ise aynı tarihte en az 72 sağlık çalışanının, 21 Eylül’de ise 41’i hekim olmak üzere 92 sağlık çalışanının yaşamını yitirdiğini açıklıyor. Bütün dünyada ise en az 7 bin bu kayıp rakamı. Türkiye’de resmen Covid-19+ tanısı koyulan hastaların yüzde onundan fazlası sağlık çalışanı, hâlbuki tüm nüfusun ancak yüzde birini oluşturuyorlar.

“Turizm Bakanı, tur operatörü ve oteller zinciri patronu, Sağlık Bakanı özel hastaneler zinciri ortağı, Milli Eğitim Bakanı’nın ise özel okullar zinciri var. Bu tekil çıkarların içine gayet iyi yuvalandığı, “çarklar dönsün” anlayışının can ve sağlık bedelini misliyle ödeyen sağlık çalışanları. Greve gidip, hizmete ara da veremiyorlar, çünkü zarar verecekleri insan hayatı olacak.”

Biliyoruz ki buradaki tek mesele ölüm de değil. Ciddi bir sosyal adaletsizlik ve riyakârlık da var. Kamunun pozitif eylem yükümlülüğünü, yaşam koruma yükümlülüğünü yerine getirmemesinin yükünü ilk hatta sağlık çalışanları çekiyor. Ciddi bir kamucu anlayış ve kamu faydası için örgütlenme gerektiren pandemi gibi bir krizde, kilit bakanlıkların tekil çıkarların temsilcisi sermaye gruplarının patronları olduğunu görüyoruz. Bu bile tek başına kamu diye bir şeyin artık tamamen değiştiğini gösteriyor. Turizm Bakanı, tur operatörü ve oteller zinciri patronu, Sağlık Bakanı özel hastaneler zinciri ortağı, Milli Eğitim Bakanı’nın ise özel okullar zinciri var. Bu tekil çıkarların içine gayet iyi yuvalandığı, “çarklar dönsün” anlayışının can ve sağlık bedelini misliyle ödeyen sağlık çalışanları. Greve gidip, hizmete ara da veremiyorlar, çünkü zarar verecekleri insan hayatı olacak.  Bazı kurumlarda fiilen istifa yasağı gibi uygulamalar da olduğunu öğreniyoruz, ama sanıyorum istifa yasağı ortadan kalksa bile pek çok doktor o girdap içinde kitlesel olarak istifa etme yoluna başvurmayacaktır. İşi durdurmaları meslek etiklerine aykırı. Bu tam da iki taraftan kıstırma aslında. İşçiyi, ekmekle hayatı arasında sıkıştırırken, sağlık çalışanını da mesleğin etiği ile canları, sağlıkları arasında sıkıştırıyorlar.

Ciddi bir tükenmişlik sendromu var ki, “Yönetemiyorsunuz, Tükeniyoruz!” kampanyası yapıyor sağlık çalışanları. Toplumun tüm sağlık ameliyesi yükünü sırtında taşıma ağırlığı, bunun ne maddi, ne de manevi olarak karşılığını alamama, çalışan sağlığı tedbirlerinin alınmaması var. Testlerin toplumun ayrıcalıklı kesimlerine uygulandığına dair şaibeli haberler, ama sağlık personeline yeterli gelmemesi gerçeği. Kişisel koruyucu donanımın yetersizliği var. Yerelde yetkisiz ama hastalarla bire bir karşılaşan aile hekimleri, virüsün toplanma mekanı olan Aile Sağlık Merkezlerini yetersiz ekip ve ekipman ile ayakta tutmaya çalışıyorlar. Can pazarının yaşandığı ortamlarda, devletin halkla ilişkiler kaygıları ile sunulan abartılı olumlu resme inanıp, duyduklarını talep eden ama bulamayan hastalar sağlık elemanlarına şiddeti artırabiliyorlar. Ki her zaman sağlık çalışanlarına karşı şiddet, hastaların müşterileştiği sağlıkta dönüşümün bir alamet-i farikası olagelmişti Şimdi pandeminin getirdiği baskı ile birlikte bu arttı. Şu anda özel hastanelerin yoğun bakımları, kuruma para getirecek ameliyatlık hastalara ayrılırken, diğer hastalara yer yok deniliyor. Sağlık Bakanlığı özel hastanelere, “bütün yoğun bakımlarınızı tüm yoğun bakım ihtiyacı olan hastalara kamu faydası gereği açacaksınız” diyemiyor. Virüs yükünün büyük kısmı buna ne tasarım, ne de ekip olarak hazırlıklı olmayan acil servis birimlerinden geçiyor. Ve daha henüz grip mevsimi başlamadı.

Yakınlarda bir veri görselleştirme sitesi olan www.visualcapitalist.com’da Covid-19 karşısındaki işçi sağlığı ve iş güvenliği risklerinin nasıl eşitsiz dağıldığını gösteren bir grafik yayınlandı. Toplumsal piramidi, ortaya dökülen sınıfsal hiyerarşiyi gösteriyor diyebiliriz. Her ne kadar ABD için yapılmış olsa da Türkiye tablosuna dair de pek çok kümelenmenin farklı çıkacağını düşünmüyorum. Özetle yıllık gelir seviyesi en yüksek ve enfeksiyon riskine en az maruz kalanlar, tam da Graeber’in “Zırva İşler”le iştigal eden kesimi: CEO’lar, hukuk müşavirleri, şirketlerin insan kaynakları, pazarlama, finans, halkla ilişkiler, bilişim gibi departmanlarında yöneticilik yapanlar, iktisatçılar, finans analistleri. Bunun tam zıddında sol alt tarafta ise en az kazanan ama enfeksiyon riskine en çok maruz kalanlar var. İşte burada da neredeyse bire bir “bakım veren emeğini”, “elzem işçileri” görüyoruz; ki sağlık emekçilerinin (yeşil renkte olanlar) hiyerarşisinin de en altında bulunuyorlar: Hastane hademeleri, hemşireler, diş hijyencileri, fizyoterapist yardımcıları, ameliyat teknisyenleri, yaşlı bakımı ile uğraşanlar sonra hostesler, otobüs şoförleri vs… Tabiri caiz ise, altta kalanın canının çıktığını, yani en çok risk altında olanların çoğunun senelik gelirlerinin ortalamanın altında olduğunu görüyoruz.

Bu tablo karşısında, bütün işi gücü bırakıp, sosyal adalet ve kamu vicdanı gereği iki şey konuşmamız lazım. Sağlık çalışanlarına hala bu toplumsal olarak elzem işi yapmaya devam etmeleri için toplumsal gelirden maddi ve manevi olarak daha büyük bir pay vereceksiniz. Aile hekimlerini, yani yerelde, sahada bulaşıcı hastalığı tespit edip, yayılmasını engelleyeceklere yetki, test, ekipman sağlayacaksınız. Sağlık emekçilerinin kendi örgütleri TTB ve SES’i karar mekanizmalarına içereceksiniz. Ya da bu işi bu kadar zor koşullarda yapmalarından sorumlu olan başta kamu kurumu yetkilileri olmak üzere ceza mekanizmasını işleteceksiniz. Ya da ikisi de. Kamu faydası, halk sağlığı perspektifinden zararlı olan ne varsa kamu politikaları ile desteklendikten sonra, bireylerin ihmallerine yol değil, koskoca otoban açılmış oluyor. Beş milyon gencin, aileleri ile yollara düşmesine, havasız uygunsuz dersliklerde havasız sıkışmasına yol açan üniversite sınavları yapılıyor. Turizm mevsimi kredilerle, reklamlarla açılıyor, onunla beraber memleket ziyaretleri, düğünleri, taziyelerine da cevaz veriliyor. Siyasi mitingler, Ayasofya’da ilk namaz gibi popülist hamleler ve olumlu resim vermek için gizlenen kötüye gidiş, veriler.

Burada, daha önce de bahsettiğim, sağlık emekçilerinin bile enfeksiyonunun meslek hastalığı olarak kabul edilmemesi sorunu var. Mayıs’ta çıkan SGK’nin Covid-19 genelgesinin izlerini en iyi sermaye örgütlerinin sitelerinden takip ediyoruz. Bu sitelerde özetle şunu söylüyorlar: Bulaşıcı hastalık var. Bunu, herhangi bir yerden kapabilirlerdi. Bu nedenle çalışanların enfeksiyonları iş kazası/meslek hastalığı kapsamına değil hastalık kapsamına alınmalıdır. SGK genelgesine karşı TTB, SES ve Maden Mühendisleri Odası’nın ve hayatını kaybeden bir doktorun ailesinin dava açtığını biliyoruz demiştik. DİSK ve SES de  genelgenin geri çekilmesi için Sağlık Bakanlığı’na da başvurdu. SES aynı zamanda bütün üyelerine, bu genelgenin geçersiz olduğunu, sağlık çalışanlarının enfekte olmaları halinde bunun meslek hastalığı olarak bildirimini yapmak için hazırladıkları formları paylaştı.  Eylül’de ilk defa TTB Merkez Konseyi ve Sağlık Bakanı’nın bir görüşmesi oldu. Bu görüşmede, bu meselenin üzerine gidileceği söylendi. Ama henüz daha bir gelişme yok. Yani bir iş kolunda meslek hastalığı tanısına kapı açılırsa, bunun devamı geleceğinden, devlet kurumlarının bunu sınıfsal bir geri adım atmak olarak göreceği ve ayak direyeceği inancındayım. Meslek hastalıkları listesinde başka bulaşıcı hastalıklar var, haliyle henüz Covid-19 yok. Ama bunu o listeye sokmak çok açık bir talep hattı. Bir hak.

Son olarak, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin Mart’tan bu yana her ay yayınladığı iş cinayeti raporlarında Nisan ayından beri bir numaralı iş cinayeti nedeninin Covid-19 olduğunu hatırlatmak istiyorum.  Genelde, yaz aylarında artar iş cinayetleri, zira inşaat şantiyelerinin sayısı artar, tarımda mevsimlik işçilik artar vs. Birinci ölüm nedenleri, bu iki sektöre has, yüksekten düşme ya da trafik kazası olarak tespit edilirdi. Bu Nisan’dan beri Covid-19 işçilerin ilk ölüm nedeni olmaya devam etti, yerini hiç terk etmedi. Meclis ayrıca, Nisan ve Mayıs ortasında Covid-19 nedenli ölümleri mercek altına aldı. 11 Mart – 10 Mayıs arasındaki çalışırken enfekte olarak hayatını kaybeden 128 çalışanın büyük kısmı Ticaret ve Büro iş kolunda çalışıyor. Bu en fazla işçinin istihdam edildiği işkolu aynı zamanda. Bunun hemen ardından Sağlık İşkolu geliyor. Ağustos ayı itibarıyla ise, pandeminin Türkiye’de görülmesinden bu yana  en az 224 emekçi ölmüş.  Ki -ciddi bir şekilde eksik bildirilmiş- 7000’e varan resmi ölüm rakamının sadece onda birinin isim ve çalışma geçmişlerini öğrenebiliyoruz. Bulunan 224 pandemi kaynaklı iş cinayeti bu daraltılmışın daraltılmışı listede ulaşabildiklerimiz olduğunu da söylemeliyiz. Ağustos ayındaki tüm iş cinayetlerinin ise yüzde 26’sı Covid-19 kaynaklı.  Bu rakamlardan da,  biraz önce zikrettiğim Ankara TTB Başkanı’nın il ölçeğindeki vakaların yüzde 60, 70’inin fabrika, atölye işçisi ve kamu görevlisi olduğuna dair açıklamaları da şu tespiti doğrular nitelikte: Covid-19 pandemisi her ne kadar bir “yaşlı ve kronik hasta” hastalığı olarak lanse edilse de, aslen bir işçi sınıfı hastalığı olarak yaşanıyor. Türkiye’de ölenlerin yaş ortalaması Avrupa ortalamasının çok daha altında.

Anlık olarak, bir yandan Covid-19’un yarattığı temas korkusu, üretim baskısı ve işsizlik korkusu ile çoğu emekçi donakaldı, acil, ani ihtiyaçlarına odaklandı.  Dediğim gibi 14 milyon işsiz ve istihdam kaybı ve çok yüksek bireysel hane halkı borçlanması oranları bugün emek dünyasının realitesi. Ama sonuç olarak, krizin ortasında da işçi hareketlerinin durmadığını, önce resmi, sonra fiili OHAL zamanlarında da bu hareketlerin dağınık da olsa sürdüğünü, ama çoğunlukla kurumsal sendikaların buralarda öncü olamadığını da görüyoruz. Gerçekten direnişler var ama bunları şimdilik kor gibi. Sönmüyor ama alev de almıyor.

Süreç içerisinde giderek derinleşen bir işsizlik, yoksulluk var; bunun yanında yükselen işçi kıyımı, haksız hukuksuz uygulamalar da artıyor. Sınıf mücadelesinin ise şimdilik daha çok yerel direnişler şeklinde cereyan ettiğine tanık oluyoruz. Sınıf mücadelesinin seyrini siz nasıl görüyorsunuz? Bu cendereden çıkış üzerine sizin söylemek istedikleriniz nelerdir?

Şunu baştan söyleyeyim, ben bu dönemde uzaktan eğitime geçmiş bir üniversite öğretim görevlisi ve evden eğitime geçmiş, sokağa çıkması yasak çocuk annesi olarak evde kalanlardanım, evde kalabilenlerdenim. Bu yüzden bu dönemdeki sınıf mücadelelerinin takipçisi olarak bir kaç şey söyleyebilirim. Dönemsel olarak, her ne kadar takip etmeye çalışsam da, fiilen uzağında kaldığımı ifade etmem lazım. Bu dönemi sahada, örgütlenme çalışmalarında geçirenlerle konuşmak daha sağlıklı olacaktır.

Bu kısıtlar içerisinde benim görebildiğim bu dönemde pek çok, yerel, işyeri bazlı, bu dönemde başlamamış ama devam eden, uzun soluklu direnişler de var. Sadece Covid-19 pandemisi döneminde işçi sağlığı önlemlerinin alınması talepli eylemler de var. Hatta bu ikincisini Emek Çalışmaları Topluluğu’ndan dostlar haritaladılar, haritalamaya devam ediyorlar. İşçi sağlığı ve iş güvenliği, salgın güvenliği talepli eylemlerin sağlık, inşaat gibi işkollarında yoğunlaştığını ve daha kısa sürdüğünü görüyoruz. Sağlık çalışanlarının direnişlerinin birleşik ve il temsilciliklerine yayılmış odaları (TTB), sendikaları (SES) ve uzmanlık kurumları üzerinden örgütlü ilerlediğini görüyoruz. Dev-Yapı-İş Sendikası temsilcisi Hasan Oğuz arkadaşımızın Galataport şantiyesindeki tehlikeli işi durdurmak için örgütlenme çalışmaları yapması ve ancak hayatını bu şantiyede kaybettikten sonra üretimin durdurulmasını ise her zaman hatırlayacağız.

Daha uzun soluklu olanların ise, hileli iflas gibi yollarla gasp edilmiş tazminat, maaşlar gibi hak talepleri  (DGD-Sen desteğini alan Bimeks bilişim mağazası işçileri, Atlas Havayolları işçileri, Teksif Sendikası desteklediği Çorlu Grup Tekstil işçileri gibi, Nakliyat-İş’te örgütlü Real Market işçileri, Rami Uzel işçileri…), sendikalaşmaya karşı işten çıkarılanların işe iade mücadelesi (iki senedir devam eden Gıda-İş üyesi işçilerin Cargill direnişi, DGD-Sen’in yeni başlayan Setur deposu ve Şok Marketleri Gebze Depo çalışanları direnişi…), Bağımsız-Maden-İş’te örgütlenen ve yedi yıldır gasp edilen tazminat haklarını, pandemi ve siyasi baskı altında Ankara’ya yaptıkları yürüyüşle alan Soma Uyar Madencilik işçileri ve Ermenek Cenne&Seba Ocağı Madeni işçilerine geçmiş maaşları ve tazminat hak taleplerini savunmak için aktardıkları eylem deneyimini saymalıyız. Çukurova İşçi Dernekleri parçası Güvencesiz İşçi Derneği (GİŞ-DER)’nin daha yüksek yevmiye talebi ile Akdeniz İhracatçılar Birliği karşısında gerçekleştirdiği bu işkolundaki nadir örgütlenmelerden biri olarak dikkatle izlenmeli. İnşaat-İş Sendikası’da ‘Dayanışma Yaşatır’ adlı bir kampanya ile örgütlenmesini şantiye dışına, inşaat işçilerinin yaşam alanlarındaki ihtiyaçlarına kaydırması da dikkate şayan. DİSK’in 3. raporunda, Nisan itibarıyla 11 işyerindeki toplam 1249 işçinin “tehlikeli iş karşısında çalışmaktan kaçınma hakkını” kullandığını, bu 11 işletmenin 8’inin Birleşik Metal-İş’te örgütlü olduğunu öğreniyoruz. İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın 13. maddesine dayalı bu önemli hakkın, fiili, spontane iş durdurmaların yanında kurumsal sendikalar tarafından da kullanmış olduğunun ve bunun ilerde de meşru bir dayanak olarak öneminin altını çizmek gerekiyor. Ayrıca Metal İşverenleri Sendikası’nın gözetim aleti MESS-Safe, Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu yerlerde uygulanamadı.

Bunun dışında çoklu insan hakkı ihlalleri ile işten çıkarılan KHK’lıların il bazındaki platformlarını, sokak mücadelelerini emek direnişleri saflarında görüyorum.  En güvenceli çalışma statüsü olarak düşünülen memuriyet statüsünden, iki seneye yayılan bir süreçte 130 binden fazla insan, tek kalemde, yargı yolu kapalı olmak üzere, kara listelere koyulmak ve pasaportlarına el koyulmak suretiyle işten çıkarıldılar.  “Darbe” olarak yaşanan bir emekçi kıyımıydı bu. Bu süreç resmi darbe girişimi akabinde siyasi konsolidasyon çabaları tartışmalarına battığı için, bu sürecin ekonomik yönünü daha az konuşuldu. KHK’lar ile “emekçi silme” formülü, kamu iş alanında emek rejiminin ceberutlaşmasına işaret ettiği kadar, emek rejiminin bütününün esnekleşmesine de işaret ediyor. En güvenceli görünen kamu çalışanlarının KHK sopası ile yaşamaya devam etmesi, memuriyet statüsü dışında tüm emek rejiminin bir tık daha sağa kayması anlamında da geliyor.

Sol çevrelerde genel ve soyut beklentinin “Niye insanlar ölmemek için direnmiyorlar?” sorusu ile ifade edilebileceğini düşünüyorum.  Hep beklenen o büyük “canına tak etme” ve sokağa dökülüş yok. Bu süreçte dünyada spontane ve güçlü bir şekilde dökülenler, mesela ABD’de #blacklivesmatter ile çoğu zaman sınıf konumu olarak da alt, çalışan, Covid-19’a da daha çok maruz kalan sınıfları teşkil eden siyahlar oldu. “Çalışırsak ölüyoruz!” değildi öfkeden sokaklara döken, “ne yaparsak yapalım, ırkçı devletin polisleri bizi öldürüyor, toplumun her kesiminde ayrımcılığa uğruyoruz!”du çığlıkları. ABD’de pandemi döneminde işçi sağlığı önlemlerinin alınması talepleri ve hak kayıplarına karşı eylemler de vardı tabii ki. Bu da haritalanmış, Mart’tan bu yana yapılan 900’den fazla spontane işçi eylemi olmuş ve işkolları, direniş coğrafyaları hakkında epey fikir veriyor. Bunun dışında dünyada pek çok farklı yerde karşılaştığımız “ödemiyoruz” şiarlı, kiracı grevlerini de emek eylemlerinden saymak lazım ki, çoğu zaman mahalledeki yaşam alanlarına dair pek çok dayanışma hareketliliği ile iç içe geçmişler. Türkiye’de bu ikinci tip eylemlerden, yeniden üretim alanına, bakım alanına yönelik protestoları pek göremiyoruz. Feminist hareketin, artan kadın cinayetleri, İstanbul Sözleşmesi’nin korunması için verdiği birleşik mücadele hayranlığa şayan bir mücadele. Fakat epey dolaylı ve marjinal olarak kadına şiddet konusunu emek konuları ve örgütlenmeleriyle yan yana getirebiliyor. Tabii ki bunun sorumluluğu feminist oluşumlarda değil sadece. Geçmişten gelen eril örgütlenme tarzları ile emek mücadelesi içinde yer almaya devam eden yapılar hala alanda baskınlar.

Anlık olarak, bir yandan Covid-19’un yarattığı temas korkusu, üretim baskısı ve işsizlik korkusu ile çoğu emekçi donakaldı, acil, ani ihtiyaçlarına odaklandı.  Dediğim gibi 14 milyon işsiz ve istihdam kaybı ve çok yüksek bireysel hane halkı borçlanması oranları bugün emek dünyasının realitesi. Ama sonuç olarak, krizin ortasında da işçi hareketlerinin durmadığını, önce resmi, sonra fiili OHAL zamanlarında da bu hareketlerin dağınık da olsa sürdüğünü, ama çoğunlukla kurumsal sendikaların buralarda öncü olamadığını da görüyoruz. Gerçekten direnişler var ama bunları şimdilik kor gibi. Sönmüyor ama alev de almıyor.

Biraz önce “kızıl gündem emek” ile “yeşil gündem ekolojiye” dair söylediklerimi hatırlatarak bitirmek isterim. Artık emek mücadelesi kitleleri arkasından sürükleyecek, bu yangın yerinde bir patika sunacaksa, yalnızca dar manada insan türünün çalışmaya mahkûm işçi sınıfına daraltamaz bakışını. Kendisiyle beraber sömürülen, kendi türü dışındaki canlıların ve doğanın sömürüsünü bu krizin parçası olarak ele almak zorunda. Yani artık emek hareketinin diline, eylemine, işbirliğine ekoloji gündemi dahil edilmek zorunda. Yani işte ne olursa olsun istihdam istiyoruz, işyerimiz çevreyi kirletiyorsa da yine de istihdam, ücretlerimizi istiyoruz, sosyal haklarımızı istiyoruz, modern bir ev, tüketim dünyasında biz de üst sınıflar gibi arzularımızı dindirmek istiyoruz, örtük olarak dünyanın yağmasından biz de pay istiyoruz diyemez. Ekonomik sendikacılık, kendi içine kapandı ve miadını doldurdu diye düşünüyorum. Yaşamın tüm veçhelerini içine alan, emek sömürüsünü bu dünyaya giriş kapısı olarak gören direnişlerin dilini, ekiplerini, alet-edevatını kurmak gerekli diye düşünüyorum.

DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK

Demokrasi İçin Birlik; katılımcı ve çoğulcu yeni bir demokrasiyi, her türlü farklılığın tanındığı ve bu farklılıkların kamusal alanda yer bulduğu bir demokratik yaşamı hedefleyen, herkesin eşit ve çoğulcu bir anlayışla katıldığı, hiçbir siyasi görüş ya da partinin şemsiyesi altında olmayan bir birlik hareketidir.

BİZE ULAŞIN

[email protected]
www.demokrasiicinbirlik.com

© 2017 DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK. Her Hakkı Saklıdır. dibNot | Demokrasi Sayacı | Demokrasi Forumu