DİB-Sağlık Komisyonu tarafından düzenlenen Web-söyleşinin konuğu Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu:
SAĞLIK BÜTÇESİ PANDEMİ İLE MÜCADELEYE YETECEK Mİ?
Demokrasi İçin Birlik Sağlık Komisyonu tarafından, Halk Sağlığı Uzmanı ve Kocaeli Dayanışma Akademisi üyesi Prof Dr. Onur Hamzaoğlu ile geçtiğimiz günlerde yapılan webinarda 2021 Sağlık Bütçesi pandemi çerçevesinde ele alındı. Oturum yöneticiliğini DİB Sağlık Komisyonu üyesi Dr. Demet Parlar’ın yaptığı etkinlikte, bütçenin denetlenebilirliği; Covid19’un sınıfsal bir hastalık haline getirilmesi ve kamusal önlemlerin yetersizliği; ücretsiz ulaşılması gereken maske ve aşının metaya ve büyük şirketler için kar aracına dönüştürülmesi; sağlık bütçesinin yetersizliği ve pandemiye hazırlıksızlığı; tüm bunlara karşı yapılması gerekenler ele alındı.
Prof. Dr. Hamzaoğlu’nun sunumundan önemli başlıklar:
Sağlık bütçesinin yasal yanı: Denetlenebilirlik ne durumda?
Bütçe aslında bir yıl geçerli bir yasadır. Açık adı “2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası”dır. Türkiye’de bütçenin yasayla ilgili yanı çok fazla konuşulmuyor. Aslında halkın temsilcilerinin bu bütçenin içeriğini denetleme hakkı var. Toplumsal kaynak oluşturulurken, kimlerden alınacağı, kimlere verileceği, kimlere harcanacağını gösteren bir belgedir. Bütçe kullanımı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Cumhurbaşkanlığı’nın yetkisine bırakılmıştır. Bütçe Yasası Cumhurbaşkanı’na bütçenin %10 kadarını istediği kurum ve kuruluşlar arasında değiştirme yetkisi vermekte. Bu %10’luk pay Sağlık Bakanlığı bütçesinin iki katından daha fazladır. Burada Sayıştay raporlarına değinmek gerekir. 1990’lı yılların sonu 2000’li yılların başında Bütçe, milli gelirin %35’ini oluştururken AKP hükümetleri döneminde Bütçe’nin milli gelir içindeki payı %20’lere düştü. Bu düşüş, kamu harcamalarının Yasama organının denetimi dışına çıkartıldığına işaret ediyor.
Sayıştay raporları dönem hükümetleri aracılığı ile meclise iletilir, tartışılır, gerekirse soruşturmalar yapılırdı. Geçen yıla kadar AKP bu raporları Meclis’e getirmeme gibi bir tavır sergiledi. Bir yıldır Sayıştay raporlarından yeniden haberdar olmaya başladık. Bu raporlar Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere yolsuzlukları görünür hale getirdi. Kamuoyunda kaynakların nasıl, nereye, kime aktarıldığı artık biliniyor. Bu kaynakların özellikle ulusal ve uluslar arası şirketlere aktarıldığı görülüyor.
Bütçenin sınıfsal yanı: Bütçenin %87’si vergiler aracılığıyla sağlanıyor.
Bütçenin yaklaşık %11’i kurumlardan, şirketlerden sağlanıyor. Bordrolardan yapılan vergi kesintileriyle bütçenin oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Diğerleri harcamalardan, dolaylı vergilerden elde ediliyor. Bütçe emekçilerden, işçilerden alınan vergilerle oluşturuluyor. Şirketler, 1999 yılında tüm masraflarını düştükten sonra (buna işçi, personel harcamaları vs. her şey dâhil) elde edilen karın %46’sını vergi olarak verme durumundaydı. Bu, AKP hükümetleri döneminde önce %30’a, sonra % 20’ye indirilmiş ve 2018 yılında yaşanacak sorunları hafifletebilmek amacıyla %22’ye çıkarılmıştır. AKP’li yıllar patronların kayırıldığı, kollandığı yıllar olmuştur. Bütçe bizlerden alınacak ve maalesef patronlara aktarılacaktır.
Patriarkal Neoliberal Kapitalizm ve yaşamın krizi
Yaşadıklarımızın müsebbibi aslında “Patriarkal Neoliberal Kapitalizm”dir. Son 30 yılda sanayi devriminden 1990 yılına dek olan 230 yıllık dönemden daha fazla tüketim yaşanmıştır. Bunun anlamı doğanın daha çok tahribi, daha çok yıkım, daha çok sömürü, daha çok yoksulluk demektir. Yeni düzenlemeler, iklim, gıda, sağlık, eğitim, enerji, tarım krizi, ülkeler arasındaki eşitsizliklerde artma, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliklerde artma, yaşam koşullarında kötüleşme, çalışma koşullarında kötüleşme demek. Buna “Yaşamın Krizi” demek daha doğru olur. İnsanların insan, hayvanların hayvan, böceklerin böcek gibi yaşayamaması demektir.
Dünya genelinde yaşanan salgında her ülke kendi çerçevesinde çeşitli mücadele biçimleri sergiliyor, çözmeye çalışıyor. Buna ‘pandemi ile mücadele’ demek çok zor. İlk zamanlar etkenin özellikleri tam olarak bilinmediği için topyekûn bir mücadele yapılıyor gibi görünüyordu. Ama ‘etken’, bulaşma özellikleri belli olunca salgının sınıfsal özellikleri daha görünür oldu. İşçiler, emekçiler, işlerine fabrikalarına döndüler. Patronlar, zenginler rezidanslarına, sayfiye yerlerine çekilmeye başladılar. ‘Maske, fizik mesafe, temizlik’ bireysel olarak yapılması gerekenler. Eğer öyleyse maske, temizlik malzemeleri, antiseptikler, su neden hala satılıyor? Yurttaşlara, göçmenlere, bu ülkede yaşayan herkese neden maske vd. dağıtılmıyor?
SARS ve MERS mutasyon ile sonlandı; COVİD 19 salgını kamusal önlemler alınmadan durdurulamaz!
Salgınlar kamusal bir mücadele, kamusal önlemler alınmaksızın durdurulamaz. SARS ve MERS bir mücadele başarısı ile sonlanan salgınlar değil. Onlar virüsün uğradığı mutasyon ile sonlandılar. Bu durum Covid 19 salgını için geçerli değil. Covid 19 salgını kamusal önlemler alınmadan durdurulamaz.
Türkiye’de kamusal önlemler 1 Haziran 2020 tarihine kadar uygulandı. 1 Haziran’da Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan’ın açıklaması ile salgınla mücadele,‘bireysel korunmaya’ terk edildi. Bu,‘kamusal kaynakların salgın ile mücadeleye ayrılmayacağı’ anlamına geliyor. Bireyler ekonomik güçlerine göre önlem alır oldular. Buna ‘salgınla mücadele’ denemez. Bu noktadan sonra salgın Türkiye’de, sınıfsal bir nitelik kazandı. Covid 19 hastalığı bu tarih itibariyle sınıfsal bir hastalığa dönüşmüş durumdadır. İktidar ve patronları tarafından, yoksulların, çalışanların, emekçilerin hastalığına dönüştürülmüştür.
Aile Hekimliği modeli bölge temelli ve nüfusa dayalı olmadığı için başarılı olamaz
Pandemiyle mücadele, ‘bilim dışı bir yaklaşım’la hastanelerde yürütülmeye çalışan bir yaklaşım; ‘aşılama’yı da aynı şekilde hastanelerde sağlamaya çalışıyor. AKP ve onun dâhil olduğu IMF ve Dünya Bankası’nın sağlık reformu, Türkiye’deki adıyla ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın sağlık sistemine hediyeleri bunlar. Esasında, insanların çalışma ve yaşam alanlarında sunulması gereken hizmetin sunulmadığı, bu sistemin böyle bir niyetinin olmadığı pandemi ile görünür oldu. Hâlbuki bu modeller bölge tabanlı, mahalle tabanlı, mahallede yaşayanların kim olduğunu bilen, o mahallede yaşayan kişilerce, herkese; hem bireye hem çevreye yönelik koruyucu hizmetlerle birlikte, standart binalarda yürütülürse bu aşılama başarılı olur. ‘Aile hekimliği modeli’ nüfusa dayalı olmadığı için başarılı olamaz. Aile Sağlık Merkezleri’nin kirasını orada çalışan doktorlar ödüyor. Hiçbir aile hekimliği merkezi birbirinin benzeri değil; standart değil. Kaç girişi, kaç kapısı var belli değil; koşulları belli değil. O nedenle aşılama planlamasına da uygun değil. Dünya Bankası ve IMF’nin önerdiği Sağlıkta Dönüşüm Modeli, böyle ucube bir modeli getirdi. Esasen toplumun yararına olmadığı, bu gibi durumlarda açığa çıkıyor. Dileğimiz bunlardan ders çıkarılması ve toplumsal muhalefetin desteğiyle, toplum yararına yeniden düzenlenmesidir.
Pandemiye rağmen kâr. Bunun neresi insanlık?
Aşı çalışmalarında bilgiler birlikte değerlendirilse, tek dozluk aşılar geliştirmek olanaklı. Ne yazık ki aşı çalışmaları insanlık için, insanlık adına yapılmıyor. Ülkeler, vakıflar ilaç şirketlerine mali destek verdi, ama bunlar bilgi paylaşmak için kullanılmadı. Pfizer, BioNTech daha büyük sermayeli, daha zengin şirketlere dönüşmüşlerdir.
‘KOVAKS modeli’ bir kooperatif modeli aslında. Geliştirilmesi gerekiyor. Aşının bir meta olmaktan, meta halinden kurtarılması gerekiyor. Bizim, aşıları kamusal olarak ve kamu eliyle üretilmesini talep etmemiz gerekiyor.
Maske gibi aşılarda tüm ülkelerde ücretsiz olmalıdır. Şirketlerin bunu kamusal ve ücretsiz olarak üretmeleri sağlanmalıdır. Oysa ilaç sanayinin en büyük zenginleri, tüm bu zenginliklerine rağmen devletler ve bazı özel kurumlardan kamu desteği alıyor ve bunu daha çok kâr etmek için kullanıyorlar. Bu kamusal desteği halen almaya devam ediyorlar. ‘Kamu için aşı yapacağım’ diyerek devletlerden, vakıflardan destek alıp daha çok kâr etmek için kullanıyorlar. Görülüyor ki kapitalizm insana, doğaya, hayata karşı bir sistem. Ve her zaman tahrip etmeye, zarar vermeye devam ediyor.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi tüm ülkelerde rafa kaldırıldı. Bunlar yine geri kazanılabilir. Bunun için sınıfsal bir mücadele gerekiyor. Pandemi bitince dönüştürülebilir. Yaşananları örgütlülüğe dönüştürmek gerekiyor.
Sağlık bütçesinde salgın için herhangi bir özel hazırlık yoktur. Buna rağmen başka ülkelere göre özel bir mücadele yürütüldüğünü söylemek büyük hadsizlik…
Sağlık Bakanlığı’nın 2020 bütçesinde kişi başı sağlık harcaması 59 dolar iken, 2021 bütçesinde bu rakam 55 dolara düşürülmüştür. Bunun 21 doları koruyucu sağlık hizmetlerine; 33.5 doları tedavi edici sağlık hizmetlerine ayrılmıştır. Sağlık Bakanlığı bütçe cetvelleri incelendiğinde, bütçe kalemlerine bakıldığında salgın için ayrılan ek bir bütçe kalemi yoktur.
Şehir hastaneleri dünyanın gerisinde kalmış bir sistemdir; tedavi bütçesinin % 30’u, 12 şehir hastanesine gidecek
Şehir hastaneleri; toplumsal yararı gösterilemeyen, inşaat şirketlerine kent rantı sağlayan ve siyasi yandaşlarının nemalanması için yapılan bir sistemdir. Hastanecilik anlamında modern dünyanın gerisinde kalmış bir sistemdir. Geniş kapalı alanlar, açılmayan pencereler, temiz hava olmayan ortamlar. Şehir hastaneleri kamu kaynaklarını özel şirketlere aktarmanın bir yoludur. Var olan 12 şehir hastanesine tedavi bütçesinin %30’u ödenecektir. Akıl alabilir gibi değil ama gerçek.
Türkiye’de hukukun tuzu koktu
Artık söylenecek bir şey yok. Bu sistem, kendileri dışında bu ülkede, hiçbir yurttaşına yararlı olabilecek bir sistem değil. Bu ülkenin sahipleri olan emekçiler, çalışanlar, gençler, kadınlar bu sürece örgütlü olarak, el birliği içinde, bulunduğu yerden sahip çıkmalıdırlar.
‘Temel Gelir’ konusu
Temel gelir konusu benim için tartışmalı bir alan. Böyle durumlarda bir pansuman işlevi görebilir. Bölüşüme yönelik bir değişim sağlamayacağı için gerçek anlamda bir çözüm olabileceğini düşünmüyorum ama en azından, salgının daha az sorunla aşılabilmesinde geçici olarak katkı sağlayacaktır.
Herkesin evinin içine giren ve sistemin ömrünü uzatan müdahaleler karşısında bizler, teknolojik olarak sistemli biçimde geri bırakıldık
70’li yıllarda sistemin ideolojik araçlarına, yayın organlarına alternatifler üretebiliyorduk. Gazetelerin karşısında teksir makinelerimiz vardı. Televizyonla, televizyonların merkezileşmesi ile beraber herkesin evinin içine giren ve sistemin ömrünü uzatan müdahaleler karşısında bizler, teknolojik olarak sistemli biçimde geri bırakıldık. Alternatif olarak sosyal medyadan söz edilebilir. Diğerlerinin etkisi yanında hiç olmamasına göre çok kıymetli bu elektronik ortamlar ama pek çoğumuz için bir altyapı gerektiriyor ve bu altyapı herkes için ulaşılabilir değil. İnsanlar ulaşıyor mu diye bakmadan en azından hedef kitleye nasıl ulaşabiliriz sorusunu sürekli akılda tutmakta büyük yarar var. Bu anlamıyla güçler birleştirilebilir mi? Gerçi biliyorsunuz, OHAL ilan edip halkçı TV kanallarına el koydular. Benzeri bir şey yaşanmayacağının garantisi yok. Ama olsun. Biz dayanışalım ve bir şekilde herkesin evine girebilmeye çalışalım. Bunun bir aracı tabi ki TV kanalları ve benzeri araçlar. Bir başka yolu, kapı kapı dolaşıp ‘merhaba’ demek. Biz bu ikinciyi de çok uzun yıllardır toplumsal muhalefetin unsurları olarak yapamıyoruz, yapmıyoruz. Bunun hakkında tüm yorgunluklarımıza rağmen biraz kafa yorabilirsek, umudumuzu destekleyeceğini bilerek, biraz daha az sorun yaşayacağımız ümidindeyim. Ama kavga büyük. Karşıdakiler kötü ve güç durumdalar. Bunu onlarda biliyorlar. Dünya patronlarının önerileri, birbirlerini ikna etmeye yönelik sözleri ve yine de ikna edememeleri de bunun bir göstergesi. ‘Biraz azalalım ama yine hayatta kalalım’ perspektifindeler. Ama biz biliyoruz ki, bizim aramızda dayanışma candır. Ne pahasına olursa olsun dayanışmaya devam edeceğiz…